Dağın tepesinde bir dağ Nemrut! Başlık bu ama dikkat çeksin diye değil gerçekten de öyle olduğu için bu başlığı seçtim. Ben nedense oraya gidişimi hep öteledim. Ya mevsim uymadı ya da zamanım olamadı. Bir de hani derler ya gideceğiniz yerin sizi çağırması lazım diye, belki Nemrut beni henüz çağırmamıştı.
Sonra günlerden bir gün hatta tam yılını söyleyebilirim;1999 yazında bir güneş tutulması oldu hatırlayanınız vardır. İşte o yaz arkadaşım Işık kaptan güneş tutulmasını izlemek için Nemrut’a kamp kurmaya gideceğini söylemişti. Çok şaşırmıştım, adam bildiğiniz Nemrut’ a kamp atacaktı. Bunu aklımın bir ucuna yazmıştım.
O tarihten bu güne ben de Nemrut’ a gitmeyi hayal etmiştim. Bu yazı o hevesli bekleyişin sonunda çıktı anlayacağınız.
Gitmeden önce bilgilerimi tazelemek için okumalar yaptım, belgeseller izledim. Size de faydası olması açısından döner dönmez bu yazıyı yazdım.
Adıyaman ve Malatya’nın da bir kısmını içine alan bölgede büyük imparatorluklar arasında kurulmuş küçücük bir devletmiş Kommagene devleti. Büyük İskender’in Perslerle olan savaşından galip gelmesi sonucunda, bu bölgenin valisi olan Mithridates’in bağımsızlığını ilan ediyor ve Kommagene Krallığını kuruyor.
Mithridates öldüğünde, oğlu I. Antiochus tahta geçiyor. Anne tarafından Büyük İskender’e baba tarafından da Perslere giden bir soy ağacı olan I. Antiochus’un döneminde krallığın en parlak dönemi yaşanıyor. Bunlar M.Ö 64’de oluyor ve işte Nemrut’un tepesindeki anıt mezar da bu Antiochus’a ait. Daha doğrusu öyle olduğu tahmin ediliyor ama mezar henüz keşfedilmemiş.
Bunun birkaç sebebi var; en önemli sebep taşların çökme tehlikesi elbette. Diğer sebep ise “kim ki benim mezarımı açarsa” diye başlayan lanet korkusu. Şaka tabii ki arkeologlar böyle bir lanetten korkmaz! Mezara ulaşmaya çalışırken görmüşler ki üst üste konulan bu taşlar kayıyor ve açılan tünel çökebilir. Tamam o zaman bu kadarı kafi heykellerle idare ediverelim demişler. Böyle şaka yollu anlatıyorum diye gülümsemiş olabilirsiniz ama gerçekten böyle olmuş.
Altı üstü bir mezar dediğinizi duyar gibiyim, aman ha sakın küçümsemeyin zira bu koca Tümülüs, dağın üstünde ikinci bir dağ gibi binlerce yıldır orda duruyor.
Sıradaki paragraf “nedir bu Tümülüs” diyenlere gelsin mi?
Tümülüs insan eliyle yapılmış tepecik şeklinde mezarlara verilen isimdir.
Yukarıdaki fotoğraftan tümülüsün büyüklüğü daha iyi anlıyorsunuz. Zirve gibi görünen yer aslında 30.000mᶟ taş dökülerek oluşturulan kralın mezarı. Taşlar kırılarak üst üste konulmuş. Üstelik bu civardaki taşlardan değil bunlar. Yakın çevrelerden buraya taşınmış. Buraya nasıl geldi, ne kadar işçi, ne kadar zamanda yaptı bilinmiyor. Heykeller konusu daha da muamma. Dağda mı yapıldı yoksa buraya aşağıdan mı taşındı henüz bir kanıt yok. Her iki şekliyle de olağanüstü bir çaba gerektiriyor. Hele hele Nemrut dağının yüksekliğinin 2150 metre olduğunu düşünürsek, of feci yorulmuş olmalılar.
Neden bu dağın başında peki? İşte bu da bilinmese de eski çağlarda tapınak ve mezarlar göklere yakın olmak için ya yükseğe yapılırdı. Ya da piramitlerde olduğu gibi yapının kendisi yüksek yapılırdı.
Ehh Antiochus içinde seçilecek yer burası yani bölgenin en hakim tepesi olacaktı. Yeri gelmişken iki şeyi öğrenelim. Ülkemizde adı Nemrut olan sönmüş bir volkan olan dağımız var. Bu bir, ikincisi dini metinlerde adı geçen Nemrut ile kesinlikle alakası yok bu Komagene’ nin, heykellerin, tümülüsün. Şimdi devam edebiliriz…
Peki heykeller neyin nesi diyenlere de bir paragraf gelsin mi?
Tümülüsün doğuya ve batıya bakan taraflarında birbirinin aynı heykeller var. Güne başlarken ve güne veda ederken muazzam görünen heykeller güneşi selamlıyorlar. Bir de demiştim ya Antiochus anne tarafından Makedon baba tarafından Pers diye, işte bu sebeple her iki atasını da selamlamış oluyor böylece. Nasıl süper fikir değil mi!
Mezarın sahibi olan Antiochos’tan itibaren sırasıyla heykelleri anlatacağım. Gerçi bazılarını tanıyoruz, tanıyorsuz derken de isimlere aşınayız. Yoksa o kadar çok tanrı var ki kim kimdi akılda tutmak çok zor. Bir de eski Yunan isimlerine Romalıların verdiği isimler gelmiş olmuş mu çift isim neyse biz Kommagene heykellerine dönelim.
I. Antiochos, öldükten sonra yalnız kalmayayım diye olsa gerek ehh biraz da şanına yakışan arkadaşlar olsun diye tanrıları ve koruyucu hayvanları seçmiş kendine.
Aslında Antiochos’un başı yapılan ilk keşiflerde bulunmamış. Bir kaide ve elinde dal demeti varmış. Heykelin baş kısmı ise 1953 yılında başka bir amaçla yapılan araştırmada bulunmuş.
Doğu’dakiler daha bir sıralı Batı’dakiler ise dağınık şekilde. Heykeller Aslan, Kartal, Antiochus, Kommagene, Zeus, Apollon ve Herakles olmak üzere yanyana sıralanmış. Ancak başlar bir zamanlar arkada gördüğümüz ayak kaidelerin üzerindelermiş. İlk bulunduğunda sadece biri Kommagene kaide üstündeymiş. 1963′ de düşen bir yıldırım vesile olmuş o da hoop arkadaşlarının yanına geçmiş. 2002’den bu yana da tüm bu heykel başları, koptukları gövdelerin önünde duruyorlar.
Tek kadın tanrı heykeli, bereket tanrıçası Kommagene. Kral Antiochos ve Zeus arasında olan heykelin baş kısmında bereketi simgeleyen nar ve üzüm motifleri var. Kaide kısmında da kucağında da meyveler var.
Tüm tanrıların tanrısı, en rütbelisi tam ortada duruyor.
Diğerlerinden büyük olması şaşırtıcı değil. Ona verilen değerine paralel. Sakallı, omzunda bir pelerin, başında ise bir Pers başlığı var. Ressam Sabahattin Eyüpoğlu bu durum için Nemrut dağının Doğu-Batı sentezi olduğuna dikkat çekerek bir cümle kurmuş. Çok tatlı geldi bana “Burada Doğu , Batı’ya külah giydirmiş”
Zeus’un oğlu, aynı zamanda aydınlığı ve aklı simgeleyen Apollon.
Zeus’tan sonra gelmiş. Sakalsız ve daha genç Apollon da elinde bir dal tutuyor. Bu Apollon Artemis’in kardeşi. Bu iki kardeş en çok heykeli yapılanlar arasında.
İnsanın doğaya karşı olan mücadelesini simgeleyen tanrıdır kendisi.
Zeus gibi sakallı tasvir edilen Herakles, elinde bir sopa taşıyor. Ehh dağın başında olunca doğayla savaşan bir tanrı ya yer vermeleri akıllıca olmuş. Herakles aslında Apollon ve Artemisle kardeş hatta biz onu Herkül diye tanırız.
Heykelleri tanıdık peki bunları bu dağ başında nasıl keşfetmişler, diye merak edenler için de bir paragrafım var. Buyrunuz efenim!
Olay bir Alman mühendis ile başlıyor. Dönem tam da Almanlara hayran olduğumuz kankamız zannettiğimiz dönemler. Buradaki eserlerden ilk kez bahseden Alman Mühendis Karl Sester, 1881 yılında Diyarbakır’da yol yapım işlerinde görevliymiş. Hemen Almanya’ ya bir haber uçurmuş ve onlar da araştırma yapması için Otto Punchtein liderliğinde bir ekip göndermiş.
Bu ekip, burada uzun bir süre çalıştıktan sonra Punchtein, Yunanca yazılmış olan kitabeyi bulmuş. Büyük bir heyecanla taşların arkasındaki yazıyı çözmüş.
Yazıdan dağın başındaki tüm heykellerin kim olduğunu neden orda olduğunu en önemlisi tahmin ettikleri gibi Asurluların değil az bilinen Kommagene krallığına ait olduğu anlaşılmış. Boşa dememişler söz uçar yazı kalır diye…
Bu dönemdeki kazı çalışmalarına İstanbul Arkeoloji Müzesinin kurucusu Osman Hamdi Bey de katılmış. Osman Hamdi’ yi bizim ilk Türk arkeolog olarak anmamızın sebebi de bu çalışmada bulunmasıdır.
Sonra 1953’ten 1980’li yıllara dek süren arkeolojik çalışmalar, Amerika’lı Arkeolog Theresa Goell ve Friedrich Karl Dörner tarafından sürdürülmüş. Bu kazılara Theresa hanım ömrünü vermiş. Hatta sağır olmuş yine de bırakmamış. Çadır kurup yıllarca dağın tepesinde heykellerin yanıbaşında yatmış. Heykellere zarar gelmesin diye küçük taşlarla tamamen sarıp sarmalamış.
Evinden binlerce km uzakta, tamamen yabancısı olduğu kültür ortamındaki bir dağın başında onca kişiye hükmedebilecek kudrette cesur bir kadınmış.
Buna rağmen mezar odasına ulaşamamış ama Nemrut’u dünyaya tanıtır. Kahta ve çevre köylerde yerel halkın geleneklerine göre yaşar ve Kürtçeyi öğrenir. Bu nedenle halk arasında “Nemrut’un Kraliçesi” adını alır.
Nemrut Dağı’ndaki anıtsal kült merkezini Amerika gündemine taşır. 1985 yılında öldüğünde ise ilginç bir vasiyet bırakır. Vasiyetinde cesedinin yakılarak küllerinin, birlikte çalıştığı Yusuf Aydın tarafından Tümülüs’ün zirvesinden savrulmasını ister.
Ailesi vasiyetine sadık davranır. Nemrut Dağı’na gelen yeğenleri uzun yıllar önce birlikte çalışan Yusuf Aydın’ı Pütürge’ye bağlı köyünde bulur. Yusuf Aydın şaşırır ve dediklerini yapar. Külleri Tümülüs’ün en zirvesinden Fırat Vadisine savurur.
Açıkcası ben de onun yerinde olsam küllerim dağa serpilsin isterdim. Dile kolay 31 yıl uğraşmış kadın. Bir de günlüğünde yazdıklarını okuyunca helal olsun Theresa bacım dedim.
“Nemrut dağını ve tapınağı görünce güzelliği ve görkemi karşısında donakaldım. Hayat boyu burada kalacağımı o an anladım” der. Bir başka sayfa da ise şöyle anlatır. “dağda gündüzleri 40-45 dereceye çıkan sıcaklık geceleri dondurucu soğuğa dönüşüyordu. En yakın ırmaktan bir su getirmek bile üç saatlik bir yolculuğu gerektiriyordu. Gölgesinde oturacak tek bir ağaç bile yoktu. Hiçbir korunağı olmayan bu tepelerde rüzgarın, yağmurun ve tozlu fırtınaların merhametine kalmıştık. Bunlar yetmezmiş gibi etrafta gezinen ayılar vardı “
Allahtan ABD’ ye bir şekilde haber salmış da National Geograpic dergisi haber yapıp sponsor olmuş. Sponsor dediysem aklınıza bir şapka, termos, bardak gelmesin. Kamp çadırından el arabasına, kazma-küreğinden insan sırtında taşınabilir muhtelif manuel vinçlere kadar tonlarca ağırlıktaki malzemenin tamamı Amerika ve Avrupa menşeli olup son derece pahalı malzemeler gönderilmiş.
İhtiyaç durumuna göre, eşeklerin ve katırların sırtına vurularak, yaklaşık dört-beş saat süren zorlu patika yoldan Nemrut’un tepesine nakledilirmiş. Kazı sezonu bittikten sonra aynı işlem dönüş için tekrarlanırmış. Ay yazarken yoruldum.
Peki biz de gidip görmek istiyoruz. Nasıl gidelim, nerde kalalım mı dediniz? Sizi duyar gibi oldum o yüzden okumaya devam, bu paragraf da size geliyor.
Biz Ekim son haftasını seçtik malum Güney Doğu Anadolu bölgesi fazla sıcak olduğundan. Bahar ayları da enfes olur diye düşünüyorum. Kış harici her zaman çıkılır.
İstanbul’dan Adıyaman’a uçakla gittik. Biz Thy’ nı seçtik çünkü saati uygundu. Ancak Pegasus da gidiyor.
Havalimanından Kahta’ya giden minibüslere binip neredeyse 15 dakikada Kahta’ya vardık. Kahta öğretmen evine yerleştik. Oldukça temizdi ve fiyata kahvaltı dahildi. Buraya fiyat yazmıyorum çünkü her an değişebilir. İlçede otel ve moteller de mevcut.
Öğretmen evinde dağa çıkmak için ne yapacağımızı sorduk. Taksi ile gidiş geliş yapmaktan başka şansımız olmadığını konuşmalardan çıkardık. Zaten bunu tahmin ediyorduk ve bizim için daha iyiydi de. Otogara yürüdük zaten minnacık bir ilçemiz Kahta. Yeri gelmişken biz bayıldık. İnsanlar kibar, yemekler güzel ve ucuz, ilçe tertemiz ve düzenliydi.
Otogarda kendisine herkesin İsa başkan dediği abi ile tanıştık ve o bize taksici ayarladı. İkram ettikleri çayımızı içerken fiyatta anlaştık. Doğuşa mı batışa mı diye sormaları günün en sevimli cümlesiydi. Onlar kendi aralarında öyle bahsediyorlarmış meğer. Taksici abimiz, sabah 04.00 de doğuşa ben kapıda olurum, dedi ve hakikaten tam saatinde o da biz de hazırdık.
Şayet aracınızla gitmişseniz de iki şehirden gidilebilir. Hem Adıyaman’dan hem de Malatya’dan. Adıyaman’dan gidiş civardaki Karakuş Tümülüsü, Cendere köprüsünü, Arsemia şehrini görme imkanı da sağlar, aklınızda olsun.
Çıkarken ve inerken herkesin aman çok merdiven var, çok dik demesine açıkçası biz şaşırdık. Belki de bizim performansımız etkilidir bilemiyorum ama değnekle çıkan yaşlı teyzeler bile gördük. Varın siz zorluğu anlayın.
Özel araç ile çıkmanın avantajı yukarıda istediğimiz kadar kalmak oldu. Bizim dışımızda sadece birkaç kişi tur haricinde gelmişti. Kalabalık fotoğraf çekmeyi bitirince inişe geçti. Sessizlikte olağanüstü bir atmosfer oluştu. Ancak o zaman Nemrut ile özdeşleştik. Sadece ablam, ben ve dört beş Amerikalı turist kalmıştık. Öyle sessizce oturduk sanki koca dağ bize o an “hoşgeldiniz” demişti.
Tanıştığımız Amerikalı aile ülkesinden gelirken Nemrut’ta serpmek üzere kuru lavanta ve sedir yaprakları getirmişti. tatlı muhabbetimizden sonra dağda onları beraberce heykellere doğru savurduk. Muhteşem bir andı.
Anlatacaklarım bu kadar ama eminim onca tanrı ismi, arkeolog ismi, o kral bu mezar hepsi aklınızdan puf diye uçacak. O yüzden siz siz olun Nemrut’u kendi gözlerinizle görün. O güneş yüzünüze orda vursun, rüzgar orda üşütsün, binlerce yılı orada hissedin.
Bir daha aklınızdan hiç çıkmayacak. Buna adım gibi eminim.
Yeni yazılarımdan haberdar olmak ve daha fazla fotoğraf, video için sosyal medya hesaplarımı takip etmeyi unutmayın!
Youtube : pustoodunya
Güneydoğu Anadolu’nun diğer hazinelerinden Göbeklitepe ve Harran’ı anlattığım yazıların linkini de aşağıda bulacaksınız. Keyifli okumalar, keyifli gezmeler dilerim.
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
7 Comments
Merak uyandırdın bende, bir liste yapmaya başlıyorum artık ?☺️
Yap yap, Nemrut’ a gittiğin zaman kulaklarımı çınlatırsın haklıymış dersin:)
Çok güzel ve detaylı anlatmışsın Şükrancım, kalemine sağlık.
çok teşekkür ederim
Çok güzel bir yazı olmuş,anlatımın kısa ve öz tebrikler
çok teşekkür ederim
Şahane bir anlatım