Çünkü ben Balkanlardan göç eden bir ailenin çocuğuyum. Büyüklerim yepyeni bir hayata başlamak için benim de doğduğum İstanbul’ a bir o kadar güzel şehir olan Manastır ( Bitola ) dan gelmişler. Üstelik sadece göç eden kuşak onlar da değil. Onların da aileleri ülke değiştirmek olmasa bile köy ya da şehir değiştirmek durumunda kalmış yada zorunlu bırakılmışlar.
Aslında dedemler gibi 1900 başları Balkanlarda doğmak bilmeden yaşanacak en acı, en sancılı yüzyıla merhaba demek aynı zamanda. Aç kalarak, memleketlerinde yabancılaşarak, oradan oraya sürüklenerek, en acısı öksüz kalarak hayata tutunmaya çalışmışlar.
Yıllar sonra hayatlarındaki en güzel şeyin İstanbul’ a göç etmek olduğunu söyleseler de hiçbir zaman unutmadıkları memleketlerini bize sürekli anlattılar. İşte bu yüzden başka memlekette yaşanmış hikayeleri dinleyerek, orada kalanların nasıl birileri olduğunu merak ederek geçen bir çocukluk yaşadım(k).
O yıllarda yani 80’lerde herkesin evinde var olan lambalı radyoda dakikalarca Yugoslav radyosunu tutturmaya çalışırdık. Üsküp’ e ya da Belgrad’a geldiğimizi anlayınca ailece mutlu olmanın tadını da bu yüzden çok iyi biliyorum. Sonra da radyonun içine girercesine dedeme bütün şehirlerin isimleri okuduğumu, nerelerde olduğunu harita bulup sonra hayallere daldığımı ise bugün gibi hatırlıyorum. İşte bu sebepten Zagrep, Bükreş, Viyana, Sofya, Atina, Paris ve diğerleri bana sanki yabancı değillerdi.
Yine o dönemlerin çocuklarının araştırma yapacağı tek kaynak ansiklopediler ve etrafındaki büyüklerdi. Bizde çok ansiklopedi yoktu, alacak pek gücümüz yoktu. Var olanlara da sıkı sıkı sarılırdık. Ama her şeyi nasıl bildiklerine şaşırdığım dedem ve babam vardı yanımızda… Bize anlattıkları tarih ve coğrafya bilgilerine şu yaşımda halen şaşarım. Bu Yugoslavya’ nın o tarihlerde bile eğitime verdiği değeri gösteriyor bence. Babamın yaşadığı köy Manastır’a çok yakın ama küçücük. Demek ki idealist bir öğretmene denk gelmiş. Ehh biraz da kafası çalışır yani onu da eklemezsem olmaz. Canım babişkomm:)
Küçücük yaşımda Nikola Tesla’ nın büyük bir mucit, Lenin’ in SSCB’ sinin çok büyük ve soğuk dediğini hatırlarım. Gandhi’ nin Hindistan’ ının çok uzak olduğunu hep onlardan dinleyerek öğrendim … İşte bu yüzden şanslıydım ben.
Nerden okuma yazma öğrenmişti onu bilemiyorum ama dedem sürekli not tutan bir adamdı. Köyde kim hangi gün saat kaçta doğmuşsa dedemin defterinde yazılıydı. Defter halen babamda. Kiril alfabesiyle yazdığından biz anlamazdık. Sadece evde babam okuyabilirdi. Aynı zamanda benim dedem masal anlatıcısıydı. Eskiden Yugoslavya’dayken soğuk balkan gecelerinde toplanırlar dedemin anlattığı masalları dinlerlermiş. Şehirden, bir başka köyden misafir geldiğinde ise bu bir şölene dönüşürmüş. Kulaktan dolma da değil adamın bildiğiniz masallar kitabı vardı. O da kiril alfabesiyle elbet. Bize de her akşam masal anlatırdı. Masalları bize arnavutça anlatırdı. Şimdi düşünüyorum da Arnavutçayı biliyor olmam da o masalların etkisi büyük. Ehh bazen dili sürtçer Yugoslavcasını söyler farkedince yanındakilere -a be nasıldır Türkçe vuk, derdi. ( vuk- kurt/ yugoslavca, ujk arnavutça ) işte böyle böyle biz farkına bile varmadan bir sürü kelime öğrenmişiz.
Dedim ya okuma yazması vardı ama kiril alfabesiyle yazardı diye Türkiye’ye göç edince kendi kendine latin alfabesiyle okumayı- yazmayı öğrenmişti. Aman ne var demeyin adam 1905 doğumlu tam dört savaş içinde yaşamış, hiç okul öğretmen nedir görememiş. Ordan oraya ekmek derdinde gitmiş durmuş. Kendi kendine öğrenmesini bırakın düzenli olarak kitap okurdu. Kitapları tersten okurdu Leonardo Da Vinci gibi yani şöyle tam olarak tersten çevirir öyle okurdu. Boşa demiyorum dedem müthiş adamdı diye. Belki ona harfler ters çevirince kirile yakın geliyor diyeydi bilemiyorum.
Düzenli saatli maarif takvimi yapraklarını koparır cebinde cımbızı, kalemi ve bizm resimlerimizin yanında taşırdı. Çok sevdiği telefon numaralarını yazdığı defterine önemli olayları not etmeyi asla unutmazdı. Bir kız arkadaşımın adını telafuz edemezdi (Nesrin) saçları kıvırcık diye onu “kivircik” diye kodlamıştı. Halen kıza kivircik diyoruz:)
En sevdiği iki kitabı iş yerindeki kulübesindeydi “100 büyük adam” ve “100 ünlü Türk” Hiç unutmam Alpaslan ile başlayan Ziya Gökalp’le biten bir alfabetik kitaptı. Osman Hamdi sayfasına işaret koymuştu, -burda oki, budir buyuk adam! Çünkü kendisi Türkiye’ye geldiğinden beri ( yaklaşık 60 yaşında ) ölene kadar ( yaklaşık 100 ) hep Arkeoloji Müzesinde çalıştı. Bildiğiniz amele olarak başlayan ama Topkapı Sarayı, Arkeoloji, Ayasofya tadilatlarında en güvenilir insan olduğu bilindiğinden tadilat dönemlerinde anahtarların teslim edildiği kişi olmuştu. Herkes onu soyadından ötürü meydan dede olarak bilirdi.
En sevdiği Arkeoloji müzesinin şantiye kapısında oturup turistlere poz vermekti.
Hep gülümsediği için fotojenikti de aynı zamanda. Yaşını soranlara cevap hep aynıydı; da la 30 yokyum :) (daha otuz değilim) Bunu söylediğinde ise yaşı 80-90 filandı. Neşesini ordan anlayın. Ama aklına gelince de; pustoo gurbetlik, derdi. Pusto bırakmışik memleketi, derdi. Yine de İstanbul aşığıydı. En sevdiği aktivitelerden biri Topkapı sarayındaki Bağdat köşkünde oturup Eminönü’nden kalkan vapurları izlemekti.
Her akşam işten gelişte ise ama her akşam, istisnasız her akşam şarkı söyleyerek içeri girerdi. Hep de aynı şarkı; zacukale zacukale tapaniteeee! Bu bir Makedon halk şarkısıymış.
Onlar ve biz torunları da aynı şekilde hem Arnavut hem Makedon ve elbet kendimizi Türk hissediyoruz. O yüzden şarkılarımız, adetlerimiz, dilimiz hep içi içe girmiş durumda. Ne yapalım bizde böyleyiz. Fakaaaat en çok Arnavut oluşumuzla gurur duyarız.
Dedemin dizinin dibinde geçen günlerde onunla haritalara bakmak en büyük zevkimizdi. Oyunlarımız hep ülkelerin başkentlerini bulmaktı.
Şimdi ise dünya haritasını önüme aldığımda birçok ülkeye gittiğimi görüyorum. Dedem sadece bir müze gördü, gerçi o da en güzeli ama ben onlarca müze gezdim. Dünyanın en büyüklerini hem de. Haritaya bakınca gezdiğim bütün müzeleri görüyorum. Uyuduğum bütün evleri, kaybolduğum bütün sokakları, tanıdığım insanları. Dünyanın değişik köşelerindeki garip hayatlar geliyor gözümün önünde. Ama yine de görmüş göreceğim en mükemmel adamın dedem olduğunu hiç unutmuyorum. Hep gülümseyen yüzü ve her akşam eve geldiğinde söylediği o şarkıyı.
Çoğu zaman düşünüyorum da ne güzel Fransızca konuşurdu. Şehre Fransızlar karargah kurmuş ve yetim olan dedemi bir Fransız hemşire çok sevmiş, himayesine almış. Ona fransızca öğretmiş. Belki de o zaman latin harflerini de öğrenmiş olabilir, hımm, büyük ihtimalle. Diğer dedem de aynı Fransız işgalince Fransızca öğrenmiş. İki yaşlı bir köşeye çekilir Yugoslavca konuşur gülerler biz yanlarına gidince ikisi Fransızca konuşurlardı. Bize komik gelirdi. Diğer dedem de muhteşem bir adamdı. Oturaklı, çok akıllı, harika Kur’an okuyan, bembeyaz sakalını sevdiğim hacı dedem benim nur içinde yatın ikinizde. Keşke onlardan biraz da olsa Fransızca öğrenebilseydim. Sadece adın ne, nasılsın, fransızca bilmiyorum, teşekkür falan filan işte. Ama keşke öğrenseydim de Eyfel’ i ilk kez gördüğümde nasıl heyacanlandığımı ona Fransızca anlatabilseydim.
Keşke piramitlere nasıl şaşkın şaşkın baktığımı, paraşütle atladığım gün aslında dizlerimin titrediğini ama hiççç çaktırmadığımı bilseydi.
Çölde safari yaparken nasıl kumlara saplandığımızı ama sonrasında bedevi çadırında içtiğim naneli çayı anlatsaydım. O da ” moreee ” deseydi, gülseydi.
Haritada işaretlediğimiz Everest’e yaklaştığımı dünyanın o en yüksek dağlarında günlerce yürüdüğümü anlatsaydım. Filin sırtında gezerken vahşi hayvanlarla burun buruna geldiğim ormanları anlatsaydım. Onun da beni merakla dinleyen yüzüne bakabilseydim keşke…
…
Televizyonun, telefonun nasıl çalıştığına hayretle ederdi. Ay’ a gitmişler moreeee diye şaşıran dedeme NASA’ da ay’a giden uzay mekiğine girdiğimi anlatabilseydim…
…
O çok küçükken hep istediği ama bir türlü sahip olamadığı bisikletle Amsterdam’ da nasıl da özgürce gezdiğimi anlatsaydım. Bayılırdı velespitlere.
Dünyanın bir ucunda Malezya ‘da tropik bir adada yüzerken etrafımızı saran maymunları anlatsaydım. Torunları, torunlarının çocukları ile birlikte o adalarda nasıl da keyifli bir gün geçirdiğimizi dinleseydi…
…
Prag’ da ne çok üşüdüğümü ama yine de orayı çok sevdiğimi bilseydi…
…
Slovenya’ da dedemin çok sevdiği ve saygı duyduğu Tito’ nun yazlık evine gittiğimi hatta Belgrad’ da Tito’ nun mezarına gittiğimi bilseydi.
…
Enver Hocanın Arnavutluğunda artık turist olarak gezilebildiğini bilseydi çok şsşırırdı eminim.
…
Hayatını okumayı çok sevdiği Sultan Süleymanın Estergonuna, Zigetvarına gittiğime sevinseydi…
…
Anlatabilseydim keşke ona; köyünde kendi elleriyle yaptığı çok eski ama sapasağlam evin yanında ne kadar çok ağladığımı…
Keşke bilseydi onu ne kadar çok özlediğimi, keşke…
Demem odur ki eğer sizlerin dedesi hayattaysa lütfen gidin bir sarılın, sevindirin onu. Sizi dinlemek her zaman onların hoşuna gidecektir unutmayın…
Dedemin söylediği şarkı ise şudur
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
7 Comments
Sitenize üye olmak istedim. Arıza verdi. Olamadım.
bir bitola yazısı göremedim hemşerim
:) yazacağım en yakın zamanda . siteme abone olmayı unutmayın o zaman , ben yazıyı yazar yazmaz size email gelir . ilk okuyan olursunuz :) çok teşekkür ederim ilginize efendim
Dedemi çok özledim a be pustoodünya
ben de:( iki dedemi de özledim babannemi de özledim.
Canım Şükran ablacım kalemine sağlık. Yine duygulandırdın beni.
Çok teşekkğr ederim vakit ayırıp okuduğun için. İnan ben de yazarken duygulanmıştım. O yüzden bir daha da okumadım. Çok özledim çünkü:(