Özbekler kainatta iki yol var diyorlar. Biri gökyüzünde samanyolu diğeri yeryüzünde İpek Yolu. İşte İpek Yolunun da en güzel şehirlerinden biri Buharayı size anlatacağım.
Bu şehri seveceğime emindim ama bu kadar çok seveceğimi hiç tahmin etmemiştim. Yüzlerce şehirde bulundum ve birkaçı hariç hepsini sevdim. En sevdiğim şehirlerden ilk on listesi yaparım. Bu liste sürekli değişir ama Buhara son dörtyüzü hızla dönen yarış atı gibi listeye girip oraları altüst etti. Gerçek bir Doğu güzelliği, bir kez bakınca insanın unutmayacağı türden. Keşke iki gün yerine bir gün daha kalsaydık diye hayıflanıyorum. Nasıl ki İstanbul’ u gez gez bitiremezsiniz işte Buhara’ da öyle. Bu nedenle dilim döndüğünce gittiğim yerleri yazacağım. Umarım giden birilerine rehber olur.
Ülkenin her şehrinden otobüs ve tren ile ile ulaşılabilir.
Biz Semerkant’ tan Buhara’ ya paylaşımlı araçla geçtik. Semerkant’ ta Hızır camisi ile Bibi hanım medresesi arasından geçen bir yol var. Otobüs ve minibüslerin vızır vızır çalıştığı yer burası. Oraya gidip sadece tek kelime “Buhara” dedik, binin dediler ve bizi Buhara’ ya giden araçların geçtiği yerde indirdiler. Etraftaki en canayakın, en kibar konuşan şoförü seçip yola çıktık.
Semerkant Buhara arası araç kişi başı 130 bin som
Biz Buhara’ da kalacak yeri günler öncesinde bookingte araştırarak seçtik. Fakat rezervasyon yapmamıştık. Bizi Buhara’ ya götüren araç şoförüne adresleri gösterdim. İlk gittiğimiz eve daha doğrusu ev sahibine bayıldık. Türk dizisi izleyen ama Tükçe konuşmaya utanan kadınla bir dakikada kanka olduk.
Görülmesi gereken yerlerin dibindeydi. Bildiğiniz dibinde hiç abartmıyorum. Temiz oluşu odada saç kurutma makinası, havlu, internet, banyosu olması bize kâfiydi. Gidecek olanlara önerimdir. Mutlaka adresini alsın yer durumunu sorsun çünkü oldukça revaçta bir ev. Eşi konservatuarda şan hocası olduğu için konser de dinlersiniz. Akşam yemeğini kadın oracıkta yapıyor mis gibi Özbek yemeği yersiniz. Dizilerden konuşursunuz. Ha unutmadan Türkçe bilmiyorlar ama İngilizce için torunlarını çağırıyorlar. Rusça biliyorsanız yaşadınız.
Hostel Navo tel no : +99890 710 11 90 whatsuptan ulaşabilirsiniz. Adres : Khodja Nurobobod St, Bukhara 200118,
Buhara konaklama ücreti : kişi başı kahvaltı dahil 150 bin som Fazla isterse benim fotoğrafımı gösterin indirim yapar. Bana söz verdi.
Açıkcası Özbekistan genelinde olduğu gibi Buhara’ da da gözünüze kestirdiğiniz bir yere oturun. Ben azıcık pis boğaz olabilirim ama ülke genelinde kötü yemek yeme ihtimaliniz yok gibi. Dışarıdan mekan kendini gösterir zaten. Baktınız fiyatlarda size uydu oturun. Biz konakladığımız evdeki hanım efendinin yaptığı akşam yemeklerini yedik. O yüzden mekan ismi yazmayacağım. Bence doğru bir karar verdik hem ucuz hem aşırı lezzetli bir yemekti.
Ücreti ise iki kişi için 80 bin som
MÖ. 329 da Büyük İskender’ in Baktriya olarak bildiği Semerkant’ ın gölgesinde bir kent iken onun bıraktığı generaller sayesinde gelişti. Maverahünnehir bölgesi Samaniler zamanında daha da gelişti. Şehrin tam yaşını kimse bilemiyor ama ona “Buhara’ya Orta Asya’nın Mekke’si” dendiğini biliyorum. Son yıllarda, turistler için de bir Mekke.
Buhara, Makedonyalı İskender ve Cengiz Han’ın, Marco Polo’nun hayranlığını kazanmış. Emir Timur ise ona “Şerif yani kutsal” unvanını vermiş. Kentin tarihi merkezinde o kadar çok mimari anıt var ki şehrin tamamı UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 2020’de Buhara, İslam kültürünün resmi başkenti seçilmiş.
Tarihi açıdan öneminin yanısıra sıcak, samimi, canlı ve misafirperver insanlarının olması turistlerin Buhara’yı sevmesinin nedenlerinden birkaçı.
Şehir çölün ortasında olmasında rağmen havası da güzel. Elbette gittiğim mevsim itibarıyla ılıktı, bir gece yağmur yağdı daha da güzel oldu. Sadece kışları çok sert yazları da acayip sıcakmış, dediler
1220 yılında Cengiz Han tarafından ele geçirilince tarihinin en acı günlerini yaşamış. 40 bin kişiyi iki günde katleden Cengiz Handan sonra Özbekler şehre gelip yerleşmiş. Emir Timur 15. yüzyılda Semerkant’ ta kurduğu imparatorluğu dağılınca farklı hanedanlıklar 20. yüzyılın başlarına kadar ayakta kalmışlar. Dolayısıyla şehirdeki yapıların çok önemli bölümü 15. yüzyıldan sonra yapılmış olanlar.
16.yüzyıldan itibaren Rusların bölgeye gelmesine kadar Ark adı verilen sarayda Buhara hanedanlığı yaşamış.
Şehirde görülecek o kadar çok yer var ki ne kadar gezsek bitmez gibiydi. Çarşı gezmesi, kahve çay molası, havuzbaşında insanları izleyelim derken biz iki gün ayırmamıza rağmen bitiremedik. Siz siz olun Buhara’ ya 3 gün ayırın.
Görülecekler listesine gelirsek
Şehir içinde şehir olan Ark Buhara ikonik yapılardan biri. Ark’ın defalarca yapılıp yıkıldığı biliniyor.
Kaynaklarda aktarılana göre inşa edilecek kale için hükümdar bilge adamlarına danışmış. Onlar da Ursa Major takımyıldızının yıldızları ile aynı şekilde bulunan yedi nokta etrafında kalenin inşa edilmesinin tavsiye etmişler. Böylece inşa edilen kalenin bir daha asla tahrip edilmediği söyleniyor.
Orta Çağa gelindiğinde ise Firdevsi, İbn- i Sina, Farabi ve Ömer Hayyam’ ın bu kalede çalıştığı söylenceler arasında.
1920 Buhara Savaşında Kızıl Ordu birliklerince büyük hasar görmüş. Büyük bir bölümü harabeye dönen kalede yaşayan son Emir Alim Han ( 1880-1944 ) Afganistan’ a kaçmış. Gitmeden önce Ark’ ın havaya uçmasını emrederek gizli yerlerin Bolşevikler tarafından ortaya çıkarılmasını engellediğine de inanılıyormuş.
Anlaşılacağı üzere çok yakın tarihe kadar kale içinde emir ve yakınları yaşamaya devam ediyorlarmış. Bütün bu bilgileri Ark’ ın içindeki müzede okuduğumuzu belirtmek isterim.
Ark’ ın içinde şu an bir cami, tabiat müzesi, medrese ve hediyelik eşya dükkanları var. Aslında pek ahım şahım bir yer değil ama insan içinde İbn- i Sina, Ömer Hayyam dolaşmış diye düşününce girmek istiyor. Sadece bakmak bile insanın nefesini kesiyor.
Giriş ücret : 40 bin som
Samanileri duymamıştım taa ki Özbekistan’ a gelene kadar. İsmail Samani ve ondan sonra gelen hükümdarlar Orta Asya’daki insanları İslamiyetle tanıştıranlarmış. Burası Orta Asya’ daki en eski türbe olarak kayıtlara geçmiş. Hatta İslam dünyasında türbe kültürüne model olmuş bir yapı.
Küçük ama dikkat çeken bir mimari özelliğe sahip. Tuğlalarla sepet gibi örülmüş bu yapı Cengiz Han’ ın saldırılarına dayanan ender yapılardan.
Mimari formu çok sevimli geldi bana. Orta Asya mimarisinde kullanılan tuğla yapıyı yumuşak hasırdan örülmüş gibi gösteriyor. Oysa işlemsi çok zor bir materyal. Mücevher kutusuna benzettim. Giriş açıklıkları, sivri kemerler ileride Selçuklu mimarisine ilk örnekleri oluşturmuş. Dört cephedeki süslemeler birbirini takip eden sonsuzluk gibi.
Bu türbe çok büyük bir parkın içinde bulunuyor. İnsanlar yürüyüş, koşu, bisiklet sürmek ve piknik yapmak için geliyor. Hemen yakınındaki kapalı ve açık kısımları olan Markaziy pazarı ise şahane.
Parkın içinde rastladığımız bir seyyar kitap satıcısı amcanın bize Ali Şir Nevai şiirini ezbere okuması ve yanınızda Atatürk’ ün fotoğrafı var mı diye sorması günün en güzel anıydı. Tabii ki yanımızda fotoğraf yoktu. Ama biraz ilerleyince cüzdanımdaki 20 tl aklıma geldi ve geri dönüp adama verdim. O da çok sevindi ve hemen minik arabasının camına yerleştirdi. O amca ve o şiirin videosunu buradan izleyebilirsiniz.
Türbeye giriş ücretli dememe gerek duymuyorum artık. Paranız çoksa, mimarsanız, sanatçıysanız girin elbet ama başımı uzatıp bakınca iki sanduka gibi taş parçasından başka bir şey göremedim.
Özbeklerin “ Chor minör “ dediği, tavlacıların şıp diye anlayacağı üzere Farsçadan bildiğimiz car yani “dört minare” adını verdiği yapı burası. Aslında bir medrese kompleksinin geriye kalan tek yapısı. Turkuaz taşlarla süslü kuleler minareyi andırsa da yapıldığı dönemde üçü depolama amaçlı kullanılıyormuş. Üzerlerindeki desenlere bakınca da hepsinin birbirinden farklı olduğunu ise ancak dikkatli gözlerin anlayabileceği bir ayrıntı. İçinde hediyelik eşya satılıyor, karşısında da bir çay molası verilecek kahve var. Yanında da cami.
Geldik Özbekistan’ ın ve Buhara’ nın en mistik yapısına. Öncelikle minareler hakkında kısa bilgi verme ihtiyacı duydum.
Tarihteki ilk minare Kahire’ de 7. yüzyılda inşa edilmiş. Amaç halkı yükseğe çıkarak namaza davet etmek. Minare kelimesinin etimolojik kökenine bakarsak da “manara” Arapçada fener, ışık kulesi anlamına geliyor. Nur zaten ışık demek minare sözcüğüne baktığımızda da nur saçan kule anlamı çıkıyor.
Orta Asya’ da ve İran’ daki ateşle haberleşme, Akdeniz’deki deniz fenerleri ve Suriye’deki çan kuleleri minarelerin ataları olarak kabul ediliyor. Minareler coğrafyalara göre mimari olarak değişiyor. Bugün anlatacağım bu minare ise 12. Yüzyıla tarihlenen Karahanlıların yaptırdığı Kalan camisinin bir parçası.
Moğol istilası sırasında caminin görkemini gören Cengiz Han burayı sultanın sarayı sanmış. O yüzden yıktırıp yaktırmış. Bugün sadece minaresi kalmış ki bunun da kalmasının bir hikayesi anlatılıyor.
Cengiz han her yeri yıkıp yakarken minare önüne gelmiş ne olmuşsa o sırada miğferini düşürmüş. Sonra da “ Bugüne kadar hiç kimsenin ve hiçbir şeyin önünde eğilmedim. Bu yapının önünde eğildim. Onun için bu yapıya dokunmayın, bırakın sağlam kalsın” demiş. Şurada da olayı yerinde anlattığım bir videom var.
Diğer hikaye ise daha mantıklı. Çölün ortasında olan Buhara’ yı yolda kalanlar uzaktan görebilsin diye geceleri tepesinde ateş yakılırmış. O yüzden yolda kalanlara hizmet ettiğinden bu isimle anılıyor. Aslına bakarsanız kalon Özbekçede büyük demekmiş ama nedense biz hikayelerini daha çok seviyoruz ya Kalan Minare deyip geçiyorum. Fakat adı “Kalon Minar” bilginiz olsun. Unutmadan 20. yüzyıl başlarına kadar kule ölüm kulesi olarak anılıyormuş. Şehirdeki suçlular minareden atılarak idam ediliyormuş. Düşünmek bile korkunç!
Orta Asya Türk mimarisine uygun yukarıya doğru daralan silindirik bir yapı bu minare. On üç boğumdan oluşuyor. Her bir boğum farklı bir süsleme barındırıyor. Sepet örgüler, baklava deseni, yıldızlar, geometrik şekillerle bezeli ve yaklaşık 50 metre boyunda. Hemen yanıbaşındaki Kalon Camii ise yeniden inşa edilmiş. Minare ince bir kemerle camiye bağlı.
16. yüzyılda, en büyük refah döneminde, iki yüzden fazla medrese varmış. Medreseler, camiler ve hanelerin zengin cepheleri benzerlikler ve farklılıklar aramaya davet edercesine çifter çifter karşılıklı duruyor.
Binaya giriyorsunuz ve sanki bir kaleydoskopun içindesiniz.
Bu mimari tekniğe “Kosh” yani karşı karşıya adı verilir ve inanılmaz bir stereo etki yaratır. Farsça çifte medrese anlamına gelen koş’ a en güzel örnek karşılıklı birbirine bakan Uluğ Bey Medresesi ile Abdülaziz Han Medreseleridir. Bunlardan biri 15. Yy diğeri ise 17. Yy.a tarihlenmektedir.
Kalesdoskop, çiçek dürbünü. İçine bakıldığı zaman değişik renkler ve desenler ortaya çıkaran bir alet.
Mirza Uluğ Bey Medresesi hemen ana meydanda. Uluğ beyin astrolojiye olan ilgisini vurgularcasına yıldız motifleriyle bezeli. Medresenin her köşesi turkuaz rengi ile donatılmış. Eskiden sadece erkekler eğitim görürken Uluğ Bey buna karşı çıkmış. Kızlarında eğitim almasını istemekle kalmamış, uygulamış. Medrese girişinde bunu vurgulayan bir yazısı da yerleşiktir. Burada öğrenciler sadece dini değil pozitif ilimler içeren konularda da eğitim görmüşler ki bu bence daha önemli.
Abdulaziz Han Medresesi Uluğ Bey Medresesinin tam karşısındaki medrese. 17. Yy da yapılan medrese süslemeleri rengarenk ve karışık desenleriyle büyüleyici. İçi gezilebiliyor ve eski eğitim odaları şu an hediyelik eşya mağazaları. Neden bilmiyorum ama içi biraz harap bırakılmış geldi bana. Ama görkemi yerli yerinde.
Mir-i Arap Medresesi ise halen eğitim verilen medrese. Kalan Minare’ nin tam karşısındaki yapıyı turistlerin gezme şansı yok. İçinde Kur-an’ ı Kerim’ deki sure sayısı olan 114 e atıfla 114 oda varmış. Alt kattakiler sınıf, üst kattakiler ise yurt şeklinde düzenlenmiş. Biz orada iken henüz ezan okunmuştu ve içeriden Kur-an okuyan çocukların sesi geliyordu.
Mir- Arap medresesinin tam karşısında ama biz girmedik burası da paralıydı. Tarihteki önemi ise İmam Buhari’ nin burada ders vermiş olması. Elbette çok büyük ve mimari olarak o da bir şaheser ama her medrese, cami, türbeye girsek cebimizde para kalmazdı takdir edersiniz.
18. yy.da yapılan caminin diğer ismi “ 40 sütunlu cami” ama aslında 20 sütun var. Önündeki havuzdan yansıyan görüntüyle 40 sütun ettiğinden öyle deniyormuş.
Emirin kalesinin karşısında olan bu camiye ben bayıldım. Tamamı ahşap sütunların her biri farklı desen ve hepsi birbirinden güzeldi. Tavanı hele muhteşemdi. Önündeki minare meğer 1917 yılında süs olsun diye yapılmış ama olsun çok da cici duruyor bence.
Yapının kıble kısmı orijinalmiş. Caminin aslında ismi Cuma Camisi. Zamanında Buhara Emiri Cuma namazlarını halkla beraber burada kılmak istediğimden inşa edildiği söyleniyor. Adı burdan geliyor anlayacağınız.
Çok tatlı bir hikayesi olan yapılar topluluğu burası. Önce romantik hikayesini anlatayım.
Efenimmm bir zamanlar Buhara emirinin veziri Nadir Divanbegi evlenmeye karar verir. Geline düğün hediyesi olarak sadece küpe verir. Kocasının varlıklı olduğunu bildiğinden hediyeye bozulur ama sesini çıkarmaz gelin. Birkaç yıl sonra içinde cami, medrese, han, havuz olan bir dizi yapıyı yapan kocasına bozulur. Eee haklı dediniz duydum ama hikayenin devamını bekleyin.
Sonracığıma cesaretini toplar ve kocasına bunun haksızlık olduğunu söyler. Ama Nadir bey der ki; sana verdiğim küpe kutusunu getir bakalım. Kadın getirir birlikte açarlar ve karısı kutuda sadece küpenin teki olduğunu görünce şaşırır. Soyulduğunu filan düşünür çünkü küpenin teki oradadır. Nadir bey de işte bütün bu binaları yapabilmek için küpenin tekini bozdurdum, der.
Nadir Divanbegi Khanagha; yapının merkezinde koyu kırmızı, lacivert, canlı yeşil ve altın renkli süslemeli cami var. Aslında havuza yansıması vuran bu yapı yoldan geçenlere, dervişlere, sufilere konaklama imkanı veren bir yermiş. Zaten “Khanagha – hanağası” bu tarz yapılara verilen isimmiş.
şu anda Buhara’nın en popüler yerlerinden biri. Yapılışı çok eski yıllara dayanıyor. Taa 1620 yılında inşa edilmiş bu yapılar Tacikçede “havuzun etrafı” anlamına geliyor. Havuzun etrafındaki dut ağaçlarının ise 1400’ lere tarihlendiriliyor. Havuzun etrafında yüksek sedirlere oturup çay kahve içebileceğiniz gibi, yemek yiyeceğiniz yerler de var. Karşılıklı iki kenarında havuzla aynı zamanda yapılmış iki eser var.
Nadir Divan-Begi Medresesi havuzun diğer kenarında bulunuyor. Yine muhteşem çini işçiliği ile kendisine hayran bırakan bir eser. İçerisinde ise yine hediyelik eşya dükkanı bulunuyor.
Medrese ve khangaha arasındaki parkta ise bize çok tanıdık birinin heykeli var. İslam coğrafyasının her önemli şehrinde neredeyse evi olan, burada doğdu, burada öldü, burada yaşadı diye bahsi geçen biri. Hepiniz tanıyorsunuz. Biz hep güldürürken düşündüren fıkralarıyla tanıyoruz desem? Hemen kim olduğunu bulursunuz. Evet doğru tahmin ettiniz, Nasreddin Hocadan başkası değil. Nedense buradaki heykelde eşeğe düz binmiş. Sanki hocanın içi çekilmiş, süzülmüş resmen koca hoca. Göbek filan yok, kafasında Özbek şapkası ve çekik gözleriyle gülümsüyor.
Heykelin etrafında onlarca insan fıkra anlatıp gülüyordu. Birbirine bildiği Nasreddin Hoca fıkralarını anlatıyordu. O kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Hatta gaza gelip ben de bir fıkra anlattım youtube kanalıma da yükledim. Buyrunuz buradan dinleyiniz.
Lyabi Havuzun hemen karşısında bir başka önemli medrese var.
Leb-i Havuz Kompleksi içindeki en önemli yapılardan biri. Kukeldaş sütkardeş anlamına geliyormuş. Medrese 160 odası olan 2 katlı bir yapı ve Buhara’nın en büyük medresesi olarak bilinir.
Medresenin odaları, Özbek el zanaatı ustalarının iş yerleri olarak kullanılıyor. Benim için önemi bahçesindeki dutların lezzetiydi.
Buhara’nın Shahristan (şehir içi) bir açık hava müzesi resmen ve çarşılarının kendisi de kültürel miras nesneleri. Büyük İpek yolunun en önemli duraklarından biri olan Buhara, her zaman sadece bilgelerin değil, aynı zamanda satıcıların da şehri olmuş.Şehirde Ortaçağ’ dan bu güne alışveriş merkezleri, amaçlarını değiştirmeden bugüne kadar ayakta duruyor.
Dışarıdan bakıldığında kubbelerin altındaki saraylar gibi görünüyorlar. Ancak girince aa burası çarşıymış diyorsunuz. İçlerinde yürümek, alışverişten çok kültürel bir deneyim. Saatlerce dolanabilirsiniz. Sabahlığa benzeyen elbiseler, Özbek takkeleri, ipek halılar, el işlemeli boyalı tabaklar, gümüş takılar ve tüylü kürk şapkalar. Satranç takımlarının detaylı işçilikleri hepsi birbirinden güzel hangi birini saysam bilemiyorum.
En başta elbette İbn- i Sina var. İmam Buhari ve Bahauddin Nakşıbendi var. Size İbn- i Sina’ yı sayfalarca anlatsam mutlaka bir eksiğim olur diye hiç o topa girmiyorum. Buhari ise hadisleri toplamak için tüm ömrünü feda etmiş bir din adamı. O ikisi hakkında filmler, belgeseller ve bir sürü video var, izlerseniz. Meraklısı çok biliyorum o yüzden Nakşıbendi tarikatının kurucusunun mezarının da bulunduğu yeri anlatacağım.
Burası Buhara’ nın biraz dışında yer alıyor. Biz giderken otobüsle gittik dönerken de taksiyle geldik. Belli bir saatten sonra dönüş otobüsü yok bilginiz olsun.
Mutlaka görülmesi gereken yerler listesinde diye dikkatimizi çektiğinden gittik. Ama oraya gidince farkettik ki bizim dışımızdaki herkes inançları gereği orada. Ayrıca aşırı duygusal bir havaya girmişler. Herkes tabiri caiz ise hac için gitmiş gibiydi. Zaten buraya Özbekistan hac turları diye adlandırılan turlar düzenleniyormuş, sonradan öğrendik.
Çok büyük bir coğrafyaya yayılmış bu tarikatı duymayan yoktur. İşte Nakşıbendi tarikatının doğduğu yer burası. Bahauddin Nakşıbendi’ yi de uzun uzun anlatamayacağım. Müridi çok ve bu konuda da oldukça hassas olduklarının farkındayım. Bu yapılar topluluğu içinde medrese camiler, mezarlar, havuzlar, gül bahçeleri olan hektarlarca bir alan. Burayı önemli yapan Nakşıbendi Hazretlerinin mezarının burada olması.
Biz merkeze turistik amaçlı gitsek de etrafımızdakilerin ziyareti ne kadar önemsediğini dakikasında farkettik. Şehre geri döndüğümüzde Nakşıbendi’ ye gittiğimizi duyan ev sahibi Allah kabul etsin, dedi. Seyahat boyunca konuştuğumuz birkaç kişi de buraya gittiğimizi duyunca yarı hacı sayılırsınız gibi şeyler söyledi. İlginçti doğrusu.
Çeşmelerden suyu şişelere dolduran, etrafına ziyaretçileri toplamış Kur-an’ ı Kerim okuyan öğrenciler, türbe etrafında el açıp dua edenler ve adım başı yardım kutusu vardı.
Burada Nakşıbendi hazretlerinin annesinin de mezarı var. Mezarıma ziyarete gelecekler önce annemin ve hocamın mezarına gitsin sonra benimkine gelsin, demiş. Bugün halen bu vasiyet dikkate alınıyor. Biz de öyle yaptık.
Çarşılar, parklar, medreseler, müzeler bir yana labirent sokaklarında dolaşmak çok keyifli. İnsanlarının sıcak kanlılığı, yemek kokuları, gecesi gündüzü her şeyiyle Özbekistan’ da en çok sevdiğim şehir oldu.
Her birinizin görmesini isterim canı yürekten isterim ve umarım bana da bir daha gitmek kısmet olur.
Bir sonraki yazımız Hive olacak. Eminim çoğunuz böyle bir şehrin varlığından habersizdir. Özbekistan’ a gitmeye karar verince ben de adını duydum ve kendisine vuruldum.
Sevgilerimle, hoşçakalınız…
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
2 Comments
Merhaba, listedeki gezilecek yerler birbirinr yürüme mesafesindemi ?
sadece Nakşıbendi makamı uzak. Ona taksi ile ancak gidilir. Onun dışındakşler hepsi yürüme mesafesinde.