Henüz Marşmira kelimesini duyulmamıştı, savaş biteli birkaç yıl olmuştu. Hep aklımızın bir köşesinde Bosna’ ya gitmek vardı. Fakat sıkıntı şu ki bireysel ya da turla gideni duymamıştık. Ancak yeni yeni okumak için ya da görevli olarak gidenler vardı. Hatta uçak bileti alırken hayırdır ne işiniz var demişlerdi. Havalimanına gittiğimizde gördüğümüz uçak bize hakikaten nereye gidiyoruz, dedirtmişti. Bildiğiniz özel uçak gibi kapısını ters çeviriyorlar beş altı basamaktan oluşan merdivene dönüşüyordu. Hepi topu 30 kişiydik, sadece ablam ve ben kadındık. Uçağa girince öğrendik ki Bosna havayollarının bu uçakları aslında eski savaş uçaklarıymış. O yüzden yandan pervaneli tıkır tıkır, alçaktan uçarak Bosna’ ya vardık. Yemyeşil Balkan topraklarının manzarası güzeldi ama şehrin manzarası içler acısıydı doğrusu…
Elektrik, ısınma, ulaşım, binaların delik deşik oluşu… En kötüsü de insanların durumuydu. Çok fazla sakat erkek, çok fazla kadın ve kocaman bir hüzün vardı. Şimdilerde “aman şekerim Bosnaya gittik hiçbir şey yok sadece bir Başçarşı var o kadar ” dedikleri o çarşı var ya on dükkanı geçmezdi. Meydandaki köfteci ve ara sokaktaki börekçi vardı. Kütüphane yıkıktı içine girmeniz tehlikeliydi. İşte böyle bir şehirde bizi misafir eden Boşnaklardan Srebrenitsa’yı duymuştuk. Aman Allahım bu nasıl bir vahşet ve biz bunu nasıl hiç duymadık diye düşündük. Balkan göçmeni olduğumuz halde biz duymadıysak kimse bilmiyorduk, dedik.
Doğru tahmin etmişiz yazılı ve görsel basın Srebrenitsa konusunu unutturmak adına pek dillendirmedi. Fakat bir grup Boşnağın savaş zamanında ölüm yürüyüşü diye anılan rotayı bu kez tersine yürüdüklerini öğrendik. Bosna ‘nın coğrafyasının zorlu şartları ve mesafe düşünülünce çok büyük bir özveri olduğunu anlamıştık. Ama bu yürüyüşün onların önderliğinde bunca yıldır süreceğini o zamanlar kestirememiştik.
Hep aklımızda onlarla bir arada yürümek olsa da iş hayatı sonra ramazana denk gelen günler bizi işte bu yıla kadar getirdi. MarşMira’ da üç kadınız. Ablam Türkan ( 10 yıldır gidelim diye başımın etini yiyen ) biri de Derya ( ortak arkadaşımız ) ve ben.
Biz önce Belgrad’a oradan otobüs ile yürüyüşün başlangıç yeri olan Tuzla şehrine gidecektik. MarşMira Türkiye ekibi bizi oradan alacaktı. Fakat otobüse bindiğimizde farkettik ki herkes Sırp ve biz nasıl ki MarşMira’ dan haberdar isek onlarda pek ala biliyorlar. Hangi akla hizmet ettiysek bir otobüs dolusu Sırp ile Sirbistan’dan Bosna’ya geçmeye çalışıyorduk.
Ama hiç korktuğumuz gibi olmadı memur arabaya binip Sırpça nereye gidiyorsunuz? dedi. Ben hiç anlamamış gibi – excuse me ? deyince Sarajevo mu, dedi. Yes yes Sarajevo dedim. Böylece sorunsuz geçtik .
Otogarda indik ve Sarajevo yönünden gelen MarşMira Türkiye ekibini beklemeye başladık. Zorlu bir para bozdurma, haberleşme sürecinden sonra ekip bizi aldı.
Henüz Tuzla da iken ilk tanıştıklarımız Ahbap grubu ile gelen gençler oldu. Bu grup, şarkıcı Haluk Levent önderliğinde kurulmuş, Türkiye genelinde ihtiyacı olanlara koşan gönüllülerden oluşuyormuş. Buraya geliş hikayeleri ise şöyle; ahbaplar olarak her ilde kan bağışı yapıyorlarmış. Haluk Levent teşvik amaçlı bir twit atıp en çok kan bağışı yapan ildekileri tatile götüreceğim, deyince gençler coşmuş. Sonra iller arasında seçimler yapılmış Gaziantep, Samsun, Antalya, Kayseri ve İstanbul’ dan kura a ile dörder genç seçilmiş. Fakat Haluk Levent çocuklar gelin sizi tatil yerine yüreğinize dokunacak bir geziye götüreyim, demiş. Baştan zorlukları anlatmış kabul eden gelsin demiş.
Bizim çocuklar Srebrenitsa adını duyunca ne demek seve seve katılırız, demişler. Haluk Levent uçak biletinden çadıra, kamp ihtiyaçlarına kadar almış, ceplerine belli bir harçlık bile koymuş ve ekibi yollamış. Kendisine ve özellikle gözü kapalı bu zorlu yürüyüşe katılan tüm Ahbap ekibine kocaman sarılırım. Cansınız…
Tuzla’ dan Nezuk’ a doğru başlayan MarşMira yolculuğumuz bir yere kadar araçla sürdü ve yürümeye başladık. Yokuşun sonundaki düzlüğe varınca yalnız olmadığımızı farklı bir çok yerden gelen katılımcıların çadırlarını gördük. Herkes kendi çadırını getirmediğinden askerler çadırları kuruyordu. Bizim çadırlarımızı taşıyan araç gelince izleme sırası onlara gelmişti.
Hemencecik herkes çadırını kurdu, şimdilik her şey güzel. Sabahtan beri bir şey yemediğimiz için en iyisi konservemizi açalım keyfimize bakalım dedik. Hava kararmadan o iş bitmeliydi çünkü gece elektrik yok.
Yemeğe başlar başlamaz sanki biri feneriyle ışık tutmuş gibi bir aydınlık oldu. Sonra baktık fener ışığı değil. Peşinden bir gökgürültüsü geldi. Şimşekler birbirini izledi. Neyse ki yemeğimizi bitirmiştik ve ay ne güzel yağmur yağacak ,serinleriz demiştik. Yağmura sevinme sebebimiz ise günlerdir süren aşırı sıcaklar. Bir anda yağmur döküldü. Dikkat ettiniz mi, döküldü dedim. Yağmur yağmadı o gece resmen gökten döküldü. Bir yandan da şimşek çakıyor, gök gürüldüyor, delice bir rüzgar esiyor. Rüzgar çadırı yerinden kaldırmaya başlayınca çareyi köşelere çantaları atmakta bulduk. Fakat suyu önlemek mümkün değil, yapabileceğimiz tek şey var; kağıt bardaklara suyu toplamaya çalışmak ve onu da küçük pet şişeye doldurmak.
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama pes etmiş olmalıyız ki uyku
tulumunun içinde uyumuşuz. Kalktığımızda yine aşırı sıcak bir güne uyandık ayrıca ıslanmıştık. Çoğu çadıra su girse de hiç girmeyen de vardı. Demek çadırda da alırken dikkatli olmak lazım Ama bizim hiç moralimiz bozulmadı , kahvaltıya giriştik. MarşMira tören konuşmalarını ve start denmesini bekledik.
Yürüyüş hafif yokuşla ağaçlıklı köy evlerinin arasından başladı.
Ohh ne güzel derken ilk üzücü sahnemiz köyün eski camisinin savaşta yıkılan minaresi ile karşılaşmak oldu. Savaşlarda insan kaybı kadar manevi değer kayıpları da insanı aynı şekilde üzüyor.
Yürüyüşün başı ve çılgın bir kalabalık var. Nasıl oldu ise yanyana yürürken bir anda Türkan ve Derya’yı kaybettim. Yapacak bir şey yok diyordum ki imdadıma bir arkadaş yetişti. Can ikinci kez MarşMira ‘ya katılan aslında Boşnak olmayan ama okudukları karşısında dayanamayarak “ben de bu organizasyon içinde olmalıyım “diyen bir genç. Bir ara neden ikinci kez deyince ” daha fazla insanı bundan haberdar etmeliyiz. Bu insanlara yapılanlara dikkati çekmezsek dünyada daha fazla vahşeti izlemek durumunda kalırız “diyor.
Akşam ki yağmurdan sonra yerler çamur olunca yürümek iki kat zorlaşıyor. Küçük su birikintilerinin üstünden atlamak, ufak taşlardan köprüleri aşmak gerekiyordu. Benim ayakkabılarım ise çamurda kayıyor, battı mı çıkmak bilmiyordu.
Hakikaten kızları onlarca insanla küçücük bir ağaç gölgesini altında beni beklerken gördük.
Merak etmişler, yine beraber yürümeye devam ettik. Yol boyunca Can bildiği bütün Boşnakça kelimeleri sayıyor insanlarla kaynaşıp onlara unutulmaz anlar yaşatıyor. Belki ne var bunda diyeceksiniz ama geçtiğimiz o köylerdeki teyzeler, amcalar, çocuklar için onların dilinde bir şeyler söyleyince çok mutlu oluyorlar. Böylece farketmeden ilk günü bitirmiştik bile:)
Kamp yerimiz iki dağ arasında bir dere kenarında kurulmuştu. Bizden önce varan katılımcılar çadırlarını kurmuş, duş almış yemek bile yemişti. Neyse ki biz çok aç hissetmediğimizi gibi yanımıza aldığımız ceviz, fındık gibi şeylerle pek ala idare ettik. En kötüsü ter içinde kalıp yıkanamamak ve şöyle ayakkabıdan kurtulan ayakları uzatıp bir çay içememek. Fakat MarşMira ekibi kamp alanına yakın bir eve bir ücret ödemiş ve karşılığında banyosunu kullanıma açmalarını istemiş. İnsanlarda tamam demişler ama ne bilsinler giren çıkmıyor banyodan :) .Kuyruk uzun, orası da bir dağ başı netice de öyle doğalgaz yok ki bildiğiniz termosifon ile sıcak su tükeniyor. Girene soğuk su kalıyor filan, bir hengamedir yaşanıyor. Durumu farkedince biz duş almayız olur biter dedik.
Ama yine orda Can ile karşılaştık, ev sahibesi ile bir muhabbette girmiş ama kadın İngilizce bilmez o Boşnakça konuşamaz. Az çok biliyorum diye ben, yakaladı; abla ne diyor, şunu sorsana bunu sorsana diye. Nasıl olduğunu anlamadım bir anda kendimizi kadının oturma odasına yayılmış süt içerken buldum. Meğer keçi sütü imiş, ben içemem deyince bana kahve yaptı. Yanlış anlamazsanız bütün gün kahve içtim ablamları çağırsam bize sıcak su verirseniz çayımızı yapar içeriz çadırda, dedim.
Çadır ne demek gelsinler hem börek yaptım ondan yersiniz, dedi. Ben durur muyum kızları çağırdım. Onlar gelene kadar ben Can ile birlikte börek, pasta, meyve, cola, meyve suyu içmeye başlamıştık bile :) Bu arada kadının prizlerine telefonlar takıldı , wifi ına bağlandı . Keyfimiz yerine gelmiş yorgunluktan eser kalmamıştı. İlk gecemiz bu şekilde geçti.
MarşMira ‘nın ikinci günü sabahı dün yolda dağıtılan sandviçlerle kahvaltımızı yapıp yola düştük. Bu arada MarşMira ekibi olarak aynı saatte yola çıkmak gibi bir durum yok. Size rehberlik yapıp yanınızda yürüyen birileri yok. Sadece akşam kamp alanına herkesin iştirak ettiğinden emin olana kadar yol bitimine yakın noktalarda Mirza bey ile karşılaşıyorduk.
İkinci gün ilk başlarda çok güzeldi. 50 metrede bir çeşme, evler arasında yürüyüş ile ohh ne rahat dedirtti. Tam yokuşun başlayacağı dönemeçte gofretler, soğuk içecekler dizilmişti. Zaten sabah erken başlamışız, nasıl dinç uyanmışız bir kuvvetli hissediyoruz ki sormayın :) Fakat yol dikleşmeye, sarp kayalıklar diyebileceğim patikalara dönüşmeye başladı. Dün ayakkabısı vuran, sıcaktan bunalan ya da her ne oldu ise artık yürüyemeyeceğim diyen çok olmuş, biz bizeyiz neredeyse. Yol boyunca aynı insanlara selam verip, aynı yerlerde molalar vererek ilerledik. Orman sık ağaçla kaplı olsa da hava o kadar sıcaktı ki anlatamam. Yükseldik diye mi, biz yürüdük diye mi yoksa gerçekten yılın en sıcak günleri mi ? Cevap veriyorum, hepsi .
Bugün yolda giderken Zuhal hanımla tanıştık. Kendisi Sarajevo’ ya tıp eğitimi için gelmiş, Boşnak aynı zamanda Bosna’da da evlenerek Bihaç’ ta kalmış. Onlarda Bihaç treking kulübü ile bu yürüyüşe katılmışlar. Yürürken kendisinden Bosna savaşı, sonrası, şimdiki durumu hakkında merak ettiklerimizi sorduk, sağolsun sabırla anlattı. Bir ara yıllar önce aynı üniversitede okuyan Boşnak kız arkadaşlarımızdan bahsettik olur ya tanır mı diye. Dünya küçük işte tanımaz mıyım hiç diyor :) Yürüyüş böyle sürüp giderken yol kenarına çıkan köylüler bizlere kahve, çay, su ikram ediyorlar. Kimisi ağaçlardan yeni kopardığı meyveleri leğenlere doldurup getirmiş. Hem de öyle evleri yol kenarında filan değil.
Kim bilir ne kadar uzaktan geçtiğimiz bu güzargaha kadar taşımışlar. İkram ettiklerinde aldığınızda nasıl mutlu oluyorlar bir bilseniz. Sarılıyoruz çoğu kadınla konuşamasakta gülümsüyoruz ya da tutamıyoruz gözyaşlarımızı… Onlar minnet duyguları ile ağlarken bizler de onların yaşadıkları acılar yanında bu yaptığımız nedir ki diye düşünüyoruz.
Zuhal hanım ve eşinin yürüyüş temposunu bozmamak için veda edip inşallah yine görüşürüz diyerek ayrıldık.. Bu kez gruptan tanıdık bir yüz yolda tek başına. Selam arkadaşım sen MarşMira Türkiye’den misin, Hadi beraber yürüyelim deyip Mücahit’ i de mini grubumuza kattık. Mücahit tertemiz bir genç. Bugüne kadar yaptıklarını anlatınca insan şaşırıyor. Defalarca Suriye’ ye insanlara yardım amaçlı gitmiş. Bu yürüyüşe de çalıştığı kurum kim gönüllü gider, yürüyüşü deneyimler diye sorduklarında ilk ben diye atılan olmuş.
Hep birlikte zorlu tepeleri aştık, gölgeliklerde dinlendik. Mayın işaretlerine, ,işte tam şurda 150 tam burada 256 insan mezarı bulundu tabelalarına bakıp savaştan bahsettik. Boşnak halkının yaşadığı bu büyük acının yanında aslında o an sızlayan ayaklar, tepemizdeki kavurucu güneş, hafiften düşen tansiyon hepsi ön
Yol iyice dikleşti sıcak daha da arttı, işin kötüsü suyumuz bitti. Ne bir çeşme ne de su dağıtanlar… Tam o patikadan çıkışta bir de ne görelim geldiğimiz düzlükte koca tankerden su veriliyor. Kafamızı soktuk iyice üstümüzü başımızı ıslattık. Birkaç adım ilerledik ki karpuz var. Aman Allahım başka bir şey isteseymişiz olacakmış.
Çok keyifliyiz o gazla bayağı ilerledik ama havada bir gariplik var. Hımmm yağmur öncesi sıkıntısı bu. Yapacak bir şey yok on kilometre kalmış dedi birileri. On mu? En son Belgrad’ da yıkandık demek üç gün oldu, lütfen bu akşam kamp yerinde bir banyo yapabilelim, lütfen Allahım! Tam bunu konuşuyorduk ki elinde tepside otuz kadar kahve fincanı ile bir kadın buyrum , buyrum diyor. Artık su, karpuz, kahve, elma, muz derken iyice şişmişiz. Hvala dedik kibarca. Kadın yine buyrum, buyrum deyince yahu zehir olsa içeriz bu güleryüzün hatrına deyip aldık.
Tam o sırada kadın yavaşça banyo dedi. Ne banyo mu, olur mu olmaz mı diye tereddüt bile etmeden ben atladım. Moji, moji hvala. Kadıncağız her birimiz için temiz havlu çıkardı. Biz olmaz gerek yok, diyoruz o ise aaa olur mu rahatınıza bakın diyor. Eh bizden günah gitti. Sırayla duşumuzu aldık mis gibi şampuan, duş jeli koktuk üstüne kahve de içtik. Adreslerini aldım, sarıldık sarmaştık helal edin dedik ayrıldık.
Yokuş aşağı iniş başlayınca bir hızladık, bir baktık koca dere çıktı karşımıza ama giremedik. Herkes kendini atmış doğal olarak ama şampuan kokulu şaçlarımız ahenkle dans ediyordu bunu bozamazdık.
Hakikaten kamp alanına ulaşınca farkettik ki yine bize duş almak kısmet olmayacakmış bu kez su bitmiş. İyi ki de karşımıza o insanlar çıktılar dedik ve çadırımızı kurduk. Bu akşam da çekirdek keyfi yapacağız taa İstanbul’ dan taşıdık yanımızda :)
Sabah erken yola düşme vakti çünkü sonra sıcak bastırıyor işler zorlaşıyor artık tecrübelendik. Hem en zor gün ikinci gün dediler bugün rahatça gideriz Srebranitsa’ ya diye düşünüyoruz. Komşu evlerde elimizi yüzümüzü yıkayıp, wc ihtiyaçlarını giderdik, yol boyu dağıtılan sandviçleri yeyip çıktık.
Bugün bizi değişik bir yol bekliyor Sırp köylerinden geçeceğimiz söylendi. Sataşma olursa cevap vermeyin gibi uyarılar yapıldı. Çoğu zaman düz ama ağaçsız toprak yollardan ilerledik. Nefes nefese kaldığımız, ufacık bir gölge altında beş dakika durup yola devam ettiğimiz bence MarşMira’ nın en zor gününü yürüyorduk. Farkettiğimiz bir diğer şeyse nerdeyse hiç Türk’ e rastlamadığımız oldu. Bu kez katılımcılar genelde yabancılardan oluşuyordu. Alman, Amerikalı, Avusturalyalı, İranlı ya da Boşnaklar.
Sadece MarşMira Türkiye den yüzüne aşina olduğumuz aslen Boşnak beyfendi, Ahbap grubunun pırlanta gençleri vardı. Mücahit kendini iyi hissetmemiş yürüyememişti. Can arkadaşımızı bile göremedik o zaten önden hızlı yürüyordu. Hatta zaman zaman yolda bizden başka yürüyen yoktu. Bu tedirgin edici bir durum değil çünkü askerler ve polis araçları belli mesafelere konuçlanmıştı. Çevreden herhangi bir sataşma olursa hazırda bekliyordu. Tek sıkıntımız aslında sıcak havaydı… Yüz kez söylemiş olsamda yinelemek isterim ki bu bizim yaşadığımız zorlu yol o insanların içinde bulunduğu ortam ile kıyaslanamaz.
Amacımız bu iken yürümekten vazgeçmeyi aklımızdan bile geçirmedik. Aşırı bir sağlık sorunu yaşamadıkça yürünmesi gerekiyor. Ama ben böyle yazdım diye çok kolay olduğu anlamı çıkmasın gerçekten çok zorlu bir coğrafya! Hele yürümeye alışık olmayan insanlar için önerim gitmeden önce en az bir ay sıkı antreman yapmaları. Öyle bir kondisyona ulaşınca yürümek çocuk oyuncağı oluyor. Biz üçümüzde uzun yürüyüşler, dağ tırmanışları yapmış kişiler olarak güle oynaya bitirdik.
Srebrenitsa’ ya yaklaşınca insanları toplayıp önden devlet erkanı, sivil toplum kuruluşları yetkilileri vs arkasından da katılımcıların girmesini organize ettiler. Bu esnada yapılan bir konuşmayı size aynen aktarıyorum .
” Değerli katılımcılar hepinize şükranlarımızı sunarız . Birazdan Srebrenitsa şehrindeki Potoçari şehitliğine varacağız . Oraya yaklaşırken hepinizden bir yakınınızın cenazesine giderken olduğunuz gibi sessizce gitmenizi rica ederiz. Özellikle Türk katılımcılardan rica ediyoruz lütfen tekbir getirmeyiniz . Hepimiz Allah ın bir olduğunu biliyoruz bunu yüksek sesle söylemek zorunda değilsiniz . Bayrak , flama sallamayınız .”
Biz bunu duyunca hem şok olduk, hem utandık, hem de hak verdik. Sonrasında gerçekten de büyük bir sessizlik oldu ve şehre girdik.
Yol kenarında bizim gelişimizi ellerinde çiçekler ile bekleyen kadınlar… Ağlayan yüzler, çocukların el sallaması, bir sürü kamera ve sağımızda bembeyaz mezar taşlarının dizili olduğu yer, Potoçari ...
Manzara bu iken ne 3 günün yorgunluğu, ne sıcak, ne açlık hiçbiri önemli değildi! Srebrenitsa da unutulmayan , asla unutturulmayacak 8372 kişinin anınsına yürüyen binlerce kişiden biriydik. Yüzümüzde o eşini, kardeşini, evladını savaşta kaybetmiş kadınların yüzüne utançtan bakamayan insanlardık.
Kamp yerine vardığımızda ise yine yemek bitmiş, banyo kuyruğu uzamıştı. Ter içinde geldiğimiz kampımızda son gecemizdi ve ertesi gün 11 temmuz şehitlikte cenaze namazı kılınacaktı. Ama ya sıra gelmezse kara kara düşünürken yandaki evden bana bakan teyze ile göz göze geldim. Şimdi tam sırası Şükran hemen git yanaş, belki evine alır diye aklımdan geçirdim. Azıcık Boşnakça bilmenin faydasını işte tam da o an orda yaşadım.
İyi akşamlar biz çok yorulduk ve terlerdik. Banyo için de çok sıra var, eviniz müsait ise 3 kişiyiz size gelebilir miyiz ?” dedim. Tabii ki cevap elbette oldu. Evdeki banyoyu evin gelini hazırlayayım siz rahatınıza bakın, dedi. O şampuanlar, duş jellerini tertemiz bize özel çıkarılan havluları görünce biz coştuk. Mis gibi yıkandık ama tüm gün neredeyse sadece su içip muz yemişiz, acıkmışız. Eğer mahsuru yoksa bize sıcak su verir misiniz dedim hazır çorba paketimizi göstererek. Evin sahibi teyze olmaz öyle şey, dedi buyrun mutfağa geçin yemeğimiz bol, siz misafirsiniz, üstelik bizim için yürümeye gelmişsiniz, dedi .
Bir anda hiç tanımadığımız bir ailenin mutfağında masa başında bulduk kendimizi. Menüyü sayıyorum; çorba, salata, dana haşlama, lahana dolması üzerine yoğurt döktü. Baklava çıkardı. Yemekten sonra salona geçtik hemen kahveler yapıldı, içemeyiz deyince üç çeşit meyvesuyu geldi önümüze… Sohbet muhabbet giderken eve misafirler geldi. Gelen misafirlerden biri Türkçeyi güzel konuştuğu için rahatlamıştık. Meğer bizi evinde ağırlayan Raziye teyzemiz savaşta eşini kaybetmiş, şehitlikte mezarı varmış. O ise neler yaşadı bilinmez (haliyle soramadık ) Sarajevo’ ya taşınmış.
Çocukları savaştan bir şekilde Avrupa’ya kaçtıklarından nispeten işi kolaylaşmış.
Yıllar sonra geldiğinde evlerine sorgusuz yerleşen Sırplara kafa tutup burası bizim evimiz çıkın, canımızı aldınız yetmedi mi diyebilmiş. Oysa çocuklarının yanına gidip yaşayabilir, Srebrenitsa da tek başına yaşamak zorunda değildi. Fakat öğrendiğimiz kadarıyla “onlara burayı bırakmayacağız, bu topraklar bizim yurdumuz. Onlar bu yaptıklarından utanıp gitsinler.” diyen cesur Srebrenitsa kadınlarından sadece biri Raziye teyzemiz! Çocukları ve torunları da her 11 temmuz zamanı burada oluyorlarmış. Sağolsunlar ertesi sabahta evlerini kullanmamıza izin verdiler. Ömrüm boyunca yaptıkları misafirperverliği unutmayacağım ve dua edeceğim.
Bu zorlu yürüyüşte yiyecek içecekleri çadırları, insanları taşıyan araç şoförlerinin hepsi birbirinden özverili bir şekilde çalıştılar. Hepsi ile neredeyse dost olduk. Daha ilk dakikalarda bindiğimiz minibüsün sürücüsü Elvir ile beş gün boyunca beraberdik. Bir fotoğrafımız olsun dedik onlar okumasa da ben kendilerine özel teşekkürümü yazmayı bir borç bilirim.
Diğer Bosna yazılarımı okumak isterseniz aşağıya linkleri bırakıyorum.
Ayrıca yazılarım hoşunuza gittiyse abone olur, arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim.
Siz de Marşmira’ya katılmak isterseniz şu adrese tıklayınız https://marsmiraturkiye.org/
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
7 Comments
Fiziken manevi yükü kadar zorlamadı aslında.Manevi yükü daha ağır olan bu anlamlı yürüyüşü beraber gerçekleştirmek büyük bir keyifti benim için.
katılıyorum , manevi yükü ağır basan bir yolda beraber olmak güzeldi .destekleriniz olmasa ben belki fizikende yapamayabilirdim :)
ben de bizim fotograflar nerde diyordum :))) tesekkurler. guzel bir hatira bizim icin. Tekrar karsilasmak dilegiyle.
Ben can çetinerin kardeşiyim ???.
öyle mi çok sevindim :) şanslısın
bu kadar zorlu olacağını bilmiyordum . Sıcak hava ve çadırda konaklama bile yeterince zorlu olmalı . Unutulmaması adına yaptığınız bu yürüyüşten ötürü tebrik ederim .
Zorlu yürüyüştü , ama anlamı büyüktü ….