Kışın ortası illa Kars’a trenle gideceğiz dedik, gittik.
Kar yağsa keşke dedik, yağdı.
Acaba çok soğuk mudur dedik, soğukmuş.
Gece Kars sokakları ışıl ışıl çok rahat gezeresiniz dediler, bakın işte o pek mümkün değilmiş.
Ehh madem bu soğukta gece çıkamıyoruz o zaman Ağrı Dağı Efsanesi’ni okuyalım, dedik. İyi ki okuduk!
Türk edebiyat en güzel eserlerinden biri olan “Ağrı Dağı Efsanesi” Yaşar Kemal’in müthiş eseridir. Öyle bir hikayedir ki sizi alır 500 yıl öncesine Anadolu’ya götürür. Ağrı dağının eteğine atar ve Gülbahar ‘ın gözyaşlarını görürsünüz, Ahmet in gür sesini duyarsınız, zindanın soğukluğunu hissedersiniz. Bu yüzdendir ki sinema filmi, opera, bale, tiyatro şeklinde seyirciyle defalarca buluşmuştur. Fatma Girik Hakan Balamir in başrollerinde olduğu film gerçekten çok başarılıdır, aklınızda olsun.
Kitap zengin bir dille yazıldığından efsane mi gerçek mi anlayamazsınız.
Yeri gelmişken, bu hikaye için Moğolların harika bir bestesi vardır. ( Siz okurken bir yandan dinletmek isterdim de o işi beceremedim ) Dilerseniz açıp bir yandan dinleyin, Ağrı dağının rüzgarına karışmış Gülbahar’ın da sesini duyarsınız.
Haydi o zaman başlayalım.
Kır bir at Ahmet’in evinin kapısında duruyordu. Ahmet’in kapısına gelen Sufi atı gördü ve incelemeye koyuldu.
Atın üstünde gümüş bir Çerkez eyeri, üzengisinde gümüş işleme vardı. Dizginleri bile sırma işlemeliydi. Keçe bellemenin üstüne eski zamanlardan kalma bir güneş sureti işlenmişti. Güneşin ardından uzun bir hayat ağacı yemyeşil yükseliyordu. Sufi bu güneşi, bu ağacı bir yerlerde görmüştü. Ünlü aşiretin olmalıydı. Hangi oymağın, hangi beyin, paşanın damgası olduğunu bir türlü bulamıyordu. Bildiği tek bir şey vardı; öylesi damgalar hep uğursuz olurdu.
Sufi bulunduğu yerde çakıldı ve Ahmet’ e dönerek bağırdı.
– Ahmet, Ahmet! Konuğun kim?
– Buyur dayı, dedi Ahmet. Atı görünce önce şaşırdı. Sonra bir ata, bir Sufiye baktı.
– Konuğum yok, diye karşılık verdi.
– Bu at senin kısmetindir, dedi.
– Ama bu at kimin atı?
– Kimin olursa olsun bu at senin, dedi. Kapına halktan armağan geldi. Çok düşünme atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapına gelirse, al yine götür. Bunu üç kere böyle yap, dedi Sufi. At yine gelirse bu senin atındır. Atın sahibi bey de olsa paşa da, Osmanlı padişahı, sahibi Acem olsa da kelleni verir de bu atı vermeyesin ve hem de vermeyiz.
İşte hikaye böyle başladı.
Altı ay sonra bir sabah vakti, güneş Ağrı Dağı’na kıpkırmızı dönmüş oturmuştu. Sufi uzun ak sakalı titreyerek Ahmet’e geldi ve söze başladı.
– Duydun mu Ahmet, Beyazıt Paşası atını arıyormuş, dedi.
– Duydum, dedi. Atı getirene beş at, bir de elli altın verecekmiş.
Sufi devam etti.
– Atı kimin evinde bulursa onun kellesini vuracakmış.
Ahmet, ne yapalım at benim kısmetimdir, dedi.
Aradan bir ay geçti geçmedi Mahmut Han’ın adamları Ahmet’in evine geldiler. Paşa diyor ki, dediler, attan at, maldan mal, paradan para beğensin. Atımı versin, madem ki atım kaçmış gitmiş onun kapısında durmuş, ne isterse onu vereyim.
Ahmet ‘in cevabı ise nettir.
– Han bilmez mi ki at bana yadigardır. Yadigar gelen at kimseye verilmez. Baş verilir, at verilmez. Paşa bunu bilmez mi?
– Paşa bunu bilir amma yine de atını ister, dediler.
Ahmet ise Paşa maldan mal, candan can istesin ama yadigarımı ona vermem dedi kestirip atar.
Paşa sonucu böyle umuyordu. Ahmet’in karşılığı gelir gelmez öfkeden delirdi. Paşa tüm kürt ağalarını toplayarak bu atı sizden istiyorum, dedi. Kürt beyleri istemeyerek, Ahmet’ e Ağrı Dağı insanlarından elçi yolladılar. Ahmet atı onlara da vermedi. Paşa kürt beylerinden de sonuç alamayınca hazırlığa girişti, asker topladı. Ağrı Dağı’nın üstüne yürüdü, Ahmet’in köyündeki evleri ateşe verdi.
Sufi: Bütün bunlar bir at için mi Paşa dese de Paşa, ellerini bağlayın, boynuna bir zincir geçirip zindana götürün, dedi.
Paşa’nın üç kızı sekiz oğlu vardı. Kızlarından biri olan Gülbahar diğer kız kardeşlerinden farklıydı. Ağrı dağı kadınları gibi üst üste dökmeli fistanlar giyer, saçlarını kırk örgü yapardı. O hep halkın arasındaydı. Beyazıt kasabasının halkı, Ağrı dağının köylüleri Gülbahar’ı çok seviyor ona bir ermiş gözüyle bakıyorlardı. Babasının atının meselesiyle en çok ilgilenen Gülbahar olmuştu. Sufi ‘nin ağır zincir altında saraydaki zindana getilmesini izlerken çok üzülmüştü. Bu yüzden her gün kendi eliyle yemekler götürüyor, ona durmadan sorular soruyordu.
Kürt beyleri Paşa’ya Ahmet’i bulduklarını ve kendilerine getireceklerini haber verdiler. Sufi’ nin ellerinde olduğunu söyleyerek ikna ettikleri Ahmet’i paşanın yanına getirdiler. Paşa Ahmet’ e kızarak atının kendisine verilmesini istedi. O ise veremeyeceğini söyledi. Sonra paşa Ahmet’ i de zindana attırdı.
Ahmet’in gelişine Sufi çok sevindi. Onu kucakladı öptü ve Ahmet’e kavalını verdi. Ahmet Ağrı’nın öfkesini çalmaya başladı. Gülbahar bu yeni sesi duydu, bu da Ağrı’nın öfkesini söylüyordu ama bambaşkaydı.
Gülbahar babasından korksa da zindana geldi. Ne olursa olsun bu kaval çalan adamı görmeliydi. Sufi’yi bahane ederek bu kaval çalan adamı nihayet gördü. İçinden ne olduğunu bilmediği sıcak, dostça bir duygu geçti. Ahmet’in yüzü Gülbahar’ın aklından hiç gitmiyordu. Ahmet’i sık sık ziyaret etmek istiyordu ama eğer babası duyarsa hepsinin kellesini uçururdu. Onun için gizli gizli görüşmeye gidiyordu.
Memo’ya gidip Ahmet’i ziyaret etmek istediğini söyledi. Gülbahar’ın isteğini geri çevirmedi ve Ahmetle görüşmesini sağladı. Memo’ ya ne dese hepsini yapıyordu. Memo’dan da şüpheleniyordu çünkü babasına söylerse kellesinin gideceğini biliyordu.
Fakat Osmanlı paşası atının en kısa zamanda gelmediği durumda Sufi’nin, Ahmet’in kellesinin uçaracağını söyledi. Süre iyice kısalmıştı ve Gülbahar babasının söylediğini yapacağını çok iyi biliyordu. Ayrıca Ahmet’in zindandan kaçmasını sağlaması için Memo’nun her istediğini yapacağını da biliyordu. Bunun üzerine Memo’ya gitti ve onu serbest bırakmasını rica etti. Karşılığında ne isterse vereceğini söyledi. Hiçbir şey istemem, sen bana saçının bir telini ver yeter, dedi.
Gerçekten de Memo Gülbahar’ı kıramamıştı. Ahmet’in zindandan kaçmasını sağladı. Paşa Ahmet’in kellesini uçurması için cellatlarını zindana gönderdi. Fakat Memo Ahmet’in kaçtığını söyledi. Cellatlar Ahmet’in kaçtığını söyleyince paşa Memo’nun kellesini uçurmalarını emretti. İçten içe Gülbahar’a aşık Memo kılıcını çekerek onlarla mücadele verdi ama dayanamayınca kayalardan aşağı attı. Memo parçalanarak öldü.
Paşa kızının da işin içinde olduğunu duyunca onu da zindana attırdı. Haber her tarafa yayıldı. Ağrı, Erzurum, Van, Kars ve Erzincan’daki tüm halk sessizce saraya yürüyüp Gülbahar’ ı zindandan çıkardılar. Sonra Gülbaharla Ahmet’i Hoşap Kalesi Beyine götürdüler.
Hoşap Beyi geleneklere uyacak, onları hiçbir şekilde Paşa’ya vermeyecekti.
Artık yanyanaydılar. Fakat akşam olduğunda Ahmet yatağa, ikisinin arasına kılıcını koyuyordu. Bu durum günlerce sürdü.
Diğer yandan ne yapacağını şaşıran Paşa en sonunda Ahmet’i affedeceğini bildirdi. Fakat bir şartı vardı; hiçbir insanın çıkamadığı Ağrı’nın en tepesine çıkması ve orada ateş yakmasını istedi. Oysa herkes bilirdi “Ağrı, doruğuna varan hiçbir adamı bırakmaz, tutar taşa çevirir.”
Halk merakla günlerce dağın zirvesine baktı. Dört gün sonra dağın tepesinde ateş görüldü. Sabahında da Ahmet döndü.
Gülbaharla birlikte Küp Gölünün üzerindeki mağaraya kadar at sürdüler. Ne yolda iken ne de mağaraya ulaştıklarında birbirlerine tek söz ettiler. Sonunda Gülbahar artık daha fazla dayanamadı, ne olduğunu öğrenmeliydi.
«Beni nasıl kurtardın Gülbahar? Ne verdin Memo’ya da benim canımı satın aldın? Memo neyin karşılığı kendi canını verdi de, benim canımı kurtardı? Memo beni bıraktığı zaman, kendisinin öleceğini bilmez miydi? Bunu bana söyle. Bilir miydi, bilmez miydi?»
«Bilirdi,» dedi Gülbahar. «Zindanın kapısını açan zindancı dünyanın hiç bir yerinde yaşayamaz. Hiç bir ülkeye sığınamaz, onu Memo bilirdi. Onun için de savaşa savaşa gitti, kalenin burcundan kendini aşağı attı.»
«Altın mı verdin de canını verdi?»
«Yok.»
«Saraylar mı bağışladın da canını verdi?»
«Yok.»
«Beni kurtarmak için … »
Gülbahar onun sözünü kesti.
«Söyledim ona,» dedi. «Ne isterse verir, senin canını alırdım. Hiç bir şey istemedi.»
«Sen ne isterse vereceğini söyledin ona, öyle mi?»
«Ne isterse vereceğimi söyledim. O hiç bir şey istemedi.»
Sonra Ahmet Küp gölüne gider ve bir daha dönmez. Ne gören ne duyan olur .
Küp Gölü’nün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi parlak, uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar’ı görürler. Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür ve Gülbahar kollarını açıp Ahmet’e yürür, ‘Ahmet, Ahmet!’ diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır. ‘Ahmet, Ahmet! Sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın. Yeter artık gel Ahmet.
Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir ve küçücük bir ak kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır. Ve sonra da bir atın kapkara gölgesi gölün üstünden gelir geçer.
Eğer bir gün yolunuz Ağrı dağına düşerse töre uğruna törelere karşı gelen Gülbahar ile Ahmet’i hatırlayın olur mu?
Eğer bir gün Ağrı dağına yaklaşmışsanız bir kuş olup uçasınız gelecektir. Taa Küp gölünün üzerine… Belli mi olur belki Ahmet’i görürsünüz çıkarır kavalını ve Ağrı Dağının öfkesini çalar. Belki Gülbahar’ı görürsünüz oralarda; o Ağrı’nın en güzel kızı, kır ata binip kekik kokulu ovadan geliyordur yârine doğru.
Eğer bir gün Ağrı dağına yaklaşırsanız, bir türkü dinleyin… Hangisi olursa olsun farketmez en çok türküler yakışır Anadolu topraklarına, unutmayın!
Not : “Beni nasıl kurtardın Gülbahar” ve “Ahmet Küp gölüne gider” başlıklı paragraflar kitaptan birebir alıntıdır. Yazının diğer kısımları tarafımdan çıkarılmış özettir.
Yeni yazılarımdan haberdar olmak ve daha fazla fotoğraf, video için sosyal medya hesaplarımı takip etmeyi unutmayın!
Bu yazı ilginizi çektiyse bunları da okumak isteyebilirsiniz;
Ağrı Dağı hakkında az bilinenler
Okumuş olduğunuz bu yazıdan birkaç yıl sonra Ağrı Dağı zirvesine tırmandığımı buraya gururla eklemek isterim. Bu maceramı okumak isterseniz yazımın linki aşağıdadır.
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
8 Comments
Harika yazmışsın
Yumuşacık, az ile bütünün eksiksiz bir aktarımı olmuş. Keyifle okudum. Çok teşekkürler.
yeni geldim Ishak paşa ve ağrıdan. motosiklet ile güneydoğu gezisi yapmıştım. siz de harika yazmışsınız ellerinize sağlık
çok teşekkürler , Abdülkadir bey beğenmenize sevindim .
Nasıl da can çekti şimdi Ağrı’yı, o koca dağı, o efsanevi gölleri…. Elinize sağlık!
?şahane
efsane
üstad yazmış , ben sadece özetledim ama yine ilk kez okuyor gibi merak ettim