Fransız Sarayı İstanbul’ un en sevdiğim mahallelerinden biri TOMTOM’ da bulunan bir saray. Yalan yok Avrupa Miras Günleri kapsamında gezildiğini duyana kadar varlığından haberim yoktu. Oysa kaç kez yanından geçip gitmişim.
Avrupa Miras Günleri nedir? İstanbul’da yaşayanlar için her yıl eylül ayında düzenlenen bir dizi etkinlik. Zİyarete açık olmayan yerlere böylece İstanbullular girebiliyor. Bu eylül şehirde olduğum haftalara denk geldiği için 15 gün boyunca gezdim durdum. Tokatlıyan Hanı, Kurşunlu han, İKSV binası, İtalyanların Beyoğlu’ndaki izleri , Ceneviz yapıları gezisi, Suyun mimari serüveni gibi etkinliklere katıldım. Bu kapsamda Eylül ayında iki gün için, Fransa İstanbul Başkonsolosluğu da sarayın kapılarını iki günlüğüne ziyaretçilere açtı. (Yazının sonunda nasıl gireceğinizi anlattım)
Tarihi 170 yıla dayanan bu eşsiz bu yapıya dair tüm merak edilenleri sizlere anlatmak istedim. Tur rehberimizin anlattıklarının üstüne eve gelir gelmez araştırmalar yapıp derleyip toparladım. Şimdi sizleri Fransız Sarayına fotoğraflarla götüreyim. Aman gelecek sene kaçırmayın diyerek keyifli okumalar diliyorum.
Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiye’siyle Fransa arasında neredeyse 500 yıla varan diplomatik ilişkilerimiz var.
İlk temaslar 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman ile I. François arasında kurulmuş. Fransa’nın ilk daimi büyükelçisi ise 1535’te göreve başlamış. Zaten bu dönemden sonra ticaret, kültür, sanat, eğitim gibi türlü alanlarda ilişkilerimiz devam etmiş. Hani duymuşsunudur “Fransızlara olan hayranlığımız” işte onun tarihçesi çok eskilere dayanıyor. Gerçi onlar da bizim kültürümüze hayranlar.
Beyoğlu’na ilk yerleşenler Fransızlar, elçiliklerini de 17. yüzyılın başında manzarası şahane tepeye inşa etmişler. Meğer bu arazi III. Selim tarafından bağışlanmış. Bir zamanlar Osmanlı astronomu Takiyeddin’in rasathanesinin de bulunduğu o geniş araziymiş burası.
Arazinin ortasındaki saray inşa edilen üçüncü yapıymış. Depremler, yangınlar derken yazın serin, kışın sıcak tutanve hafif olan malta taşından yapmışlar.
Fransızların yurt dışında açtıkları ilk elçilik binasıymış burası, o yüzden onlar için de önemli.
Fransız mimar Pierre-Leonard Laurécisque yapmış ancak adamın başka da bir eseri yokmuş. Talihsiz bir hayatı olmuş oğlu ve karısı erken yaşta vefat etmiş. Hatta ana-oğul ikisi de saray bahçesindeki kilisenin altına gömmüşler.
Saraya yapıldığı dönemde İstiklal Caddesi üzerinden giriliyormuş. At arabaları dönemi yani. Fakat motorlu taşıtlardan sonra eski giriş dar kalınca Nuru Ziya sokağından giriş açılmış.
Sarayın bulunduğu arazide sadece saray binası yok anlayacağınız. Kilise, okul, eskiden tercümanlara ev sahipliği etmiş Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü de yer alıyor.
- Günümüzde ise burası, İstanbul’a gelen Büyükelçi ile İstanbul Başkonsolosu’na konut olarak hizmet veriyormuş.
Fransızların Palais de France dedikleri Fransa Sarayına gitmek çok basit. İstiklal caddesi üzerindeki Odakule’nin tam karşısındaki eski adı Polonya Sokağı olan Nuri Ziya sokaktan aşağıya doğru yürüyünüz. Sağ kolunuzda kalacak zaten devasa duvarları göreceksiniz. Ya da Galatasaray Lisesinin yanındaki sokaktan Tomtom mahallesi denilen bölgeye doğru inin yine Nuri Zİya sokağından sapınca karşınıza çıkacak.
Sarayın bulunduğu arazi birçok konsolosluk yapısında olduğu gibi Fransız toprağı bilginiz olsun.
Saraya girer girmez elbette ihtişamlı sütünlar yüksek tavalar karşıladı bizi ama ben yerdeki halıya bayıldım. Hemen girişte sağda bir tahtırevan ilk görüdüğümüz objeydi. Bu Süveyş Kanalı açılış törenine katılmak için çıktığı yolculukta III. Napolyon’ un eşini taşıyan tahtırevanmış. Tam karşısında da kimin yaptığı belli olmayan bir çocuk kar kızağı vardı. O ise 19. yüzyıl başlarına aitmiş.
Sırça kubbeli diye bahsedilen çatısı cam olan bu büyük salon oldukça görkemliydi.
Sütunlu salona önceden taht makamı deniliyormuş Kırım Savaşı’nda Fransızlar Rusya’ya karşı Osmanlıların yanında yer almış. Savaşın ardından Sultan I. Abdülmecid teşekkür için saraya geldiğinde bu tahta oturmuş meğer.
Fransız sarayın en dikkat çekici şeyleri ise bence duvar halılarıydı. Tüm halılar Gobelins halı imalathanesinden gelmiş. Goblen işi diyoruz ya hani işte o ismi yapıldığı şehirden alıyormuş adını. Halıların en eskisi 17. yüzyıl diğer halılar ise 19. yüzyıl başındanmış.
O salondan merdivenlerle yukarı çıkılan koridora geldik. Üst katta konsolos ve ailesinin ikametgahı olduğu için çıkışa izin yoktu. Ancak birkaç basamak çıktık. Çünkü tam karşısında yine muhteşem büyük ve ince işçiliğiyle duvarda bir halı vardı. Bu halı ebat bakımından saraydaki en büyük halıymış.
Merdivenin altında ve biraz daha kuytu bir köşede bulunan Napolyon heykelini gördük. Fransız Sarayındaki bu heykel onun genç halini temsil ediyor. Bence çok cici görünüyordu.
Yanıbaşında yaldızlı ahşap horoz duruyordu. Önceleri Fransız sefirlerinin Tarabya’daki yalıya giderken kullandığı 10 kürekli kayıkta duruyormuş.
Bu ara başlık altındaki paragrafta bilgisine güvendiğim www.arkeotekno.com sayfasından faydalandım. Horozun hikayesi aslında daha uzun ama ben bu kadarını seçim aktarıyorum. Buyrunuz efendim futbol takıı formalarına bile işledikleri horozun hikayesi…
M.Ö. 6. Yüzyılda günümüz İzmir’in ilçesi Foça yerleşimi Medler tarafından kuşatılır.
Foçalılar tahtadan yapılmış horozları gemilerinin tepelerine ve önleri ile tapınaklarına yerleştirirlermiş. Foça kuşatılınca şehir halkı Med generali Harpagos’dan teslim olmaları için bir günlük süre istemişler. Bu bir günlük süre içinde bütün Foçalılar gemilerine binerek gece yarısı gizlice denize açılarak tahta horozlarla işaretli/süslenmiş gemilerle Foça’yı terk ederler.
Foça’dan (Phokaia) gemilerle ayrılan Foçalılar m.ö. 600 yılında Fransa kıyılarına ulaşmış ve günümüzdeki Marsilya şehrini kurmuşlardı.
Latin dilinde Gallus horoz anlamına gelse de Galyalıların (Gallus) olarak adlandırılması bir benzer kelime olarak görülür ancak bu duruma rağmen Foçalıların etkisi ile Horoz Fransızların kutsal simgesi haline gelmişti.
Daha önce Fransa’nın düşmanları Galyalılar tarafından horoz kullanılarak bir aşağılama anlamı bulunan horoz daha sonraki yıllarda din etkisiyle de 1789 yılında Marsilya’da yaşayan Foçalıları ellerindeki horozlu bayraklar ile caddelerde dolaşarak Fransız ihtilalini desteklemişler ve bunun sonunda da horoz simgesi benimsenerek Fransa’nın simgesi haline gelir ve La Rochella kentinde olduğu gibi savaş anıtlarının üzerine figüratif olarak konulmaya başlar.
Koridoru geçince kocaman masanın tam ortada durduğu yemek salonuna geçtik. Bu salon davetlerde halen aktif kullanılıyormuş. Açık sarı rengi ile dingin bir dekoru vardı. Otuz kişilik masanın yanısıra bahçeye açılan dev pencereler ile tipik saray yemek odasıydı. İki kenarında yine goblen işi duvar halıları ile göz dolduruyordu. Ayy galiba ben bu binada en çok duvar halılarını sevdim.
Malumunuz birçok şeyde olduğu gibi halı ve kilimin de hikayesi çok eski uygarlıklara kadar gidiyor. Mezopotamya’dan Çin’ e Peru’ya Afrika’ya nereye bakarsanız bakın milattan önceye dayanan geçmişi var. El dokuması, ipek olanı, bambusu ya da saf yünü her çeşidi var. Hiç mütevazı olmayacağız halı ve kilim konusunda İran ve Türkiye’ nin eline su dökecek de yoktur hani. Neyse konumuz sarayın duvarlarını süsleyen goblen halılar.
Biz genelde goblen işi denilince etamin gibi, çapraz çapraz işlenen panoların genel görünüşünü anımsıyoruz. O kadar dilimize geçmiş bir kelime oysa tarihçesini araştırınca değişik bilgiler edindim. Bir kere çapraz işlenmez hep aynı yöne olmak kaydıyla yan yan işlenirmiş.
Başlangıç hikayesi için eskilere gideceğiz. 1350 yılından sonra Fransa ve Burgundiya soylularının desteği ile dokumacılık çok hızlı gelişmiş ve artık duvar resmi şeklini almışlar. Bu dokumalar, soyluların saraylarının, kiliselerin taş duvarlarını ve yerleri örtmek ve ısıtmak amacı ile kullanılmış.
16. yüzyılda Avrupa’nın en ünlü ve zengin kralları saraylarında büyük koleksiyonlar şeklinde toplamaya başlamışlar. Ehh krallara da bu yakışır illa abartacaklar. Hatta Britanya kralı VIII. Henri’nin koleksiyonunda iki binden fazla dokuma duvar halısı varmış.
1607 yılında Paris’te dokuma üreten ilk tesisi kurulmuş. Fakat 1662 – 1663 yıllarında arasında atölye yetmeyince Gobelin ailesine ait malikaneye yerleşmişler. Gobelin imalathanelerinin ürünleri tamamen XIV. Louis’in sarayının süslenmesinde kullanılır. Bu devirden itibaren bu imalathanelerde üretilen dokumalar (tapestryler) ‘gobelin’ (goblen) olarak adlandırılmaya başlanmış. Demek ki neymiş bir ailenin adından geliyormuş. İşte ben hep böyle araştırmaya başlayınca acaba o aile devam ediyor mu, müzesi var mı, atölyeler halen aktif mi diye araştırmalara dalıyorum. Bu kez kendimi tutacağım ve sarayı gezmeye döneceğim.
Gittiğimiz gün yağmurlu olmasına rağmen yemek salonundan çıkılan bahçeyi gezmeden olmazdı. Bahçede mimar Alexandre Vallaury’nin tasarımı çok hoş bir çeşme bulunur.
Fransız soylusu olarak başladığı yaşamının 16 yılını Osmanlı ordusunun hizmetinde geçiren Humbaracı Ahmet Paşa’nın büstü de yine sarayın bahçesinde. Humbaracı Ahmet Paşa’nın mezarıysa şu an Tünel’deki Galata Mevlevihanesi’nin bahçesinde bulunuyormuş.
Bahçeden karşıya bakıldığında ise İtalyan Sarayı görülüyor. Şimdilerde kapalı olan ama eskiden İtalyan Sarayı ile Fransız Sarayı’nı birbirine bağlayan bir tünel varmış.
Bahçenin ucunda bulunan ve üstünde “hukuk, adalet, düzen” yazan bina ise Fransızların yargılandığı mahkeme binasıymış.
Bahçeye çıktığımızda rehber hanımefendi binanın bahçeye bakan cephesindeki alınlıktaki “L” ve “P” harflerine dikkat etmemizi söyledi. Fransa Kralı Louis-Philippe’in adının baş harflerini koyarak krala jest yapmışlar anlaşılan.
Ayrıca son Osmanlı Fransız Büyükelçisi’nin eşi Gabrielle Bompard için son halife Abdülmecid tarafından yaptırılan çeşme de bahçede bulunuyor. Bir çeşme daha vardı da kim yaptırmış anlayamadım ama yapan Mimar Vallury onu anladım.
Başkentin Ankara’ya taşınmasından sonra göreve gelen ilk büyükelçi Ankara’da yaşamayı tercih etmediği için bir süre İstanbul-Ankara tren yolculukları sırasında vagonlarda uyumuş. ŞAKA yapıyorum sanmayın ciddi ciddi adam interrail yapar gibi trende yaşamış.
Günümüzde Fransa’ dan gelen yetkililer burada misafir ediliyormuş.
Sarayda aynı zamanda bir kış bahçesi de bulunuyordu. Burada Helen’in Peşindeki Aeneas başlıklı duvar halısı ise 19. yüzyıl başından kalmaymış. Ahh ne güzeldir o Aneas’ ın yolculuğunun hikayesi. Bir ara hatırlatın da anlatayım.
Rehberimiz; balo salonu 2007 yılında tamamen yenilendi. Avize eski Fransa döneminden kalan ender avizelerdendir. Avizenin üzerinde Napolyon döneminin simgesi olan görebilirsiniz, dedi ama ben baktım baktım göremedim.
Sarayın mimarı ile kilisenin mimarı aynı kişi ve iki bina da aynı döneme denk geliyor. Kilisenin içerisinde aynı zamanda mimarın vefat eden eşi ve oğlunun anısına yerleştirilmiş levhalar vardı. Kilisenin altına defnedildiklerini söylemiştim.
Kilisede yer alan org ise günümüzde kullanım dışıymış ama kilise pazar günleri ve vaftiz gibi törenlerde kullanıma açık, bilginiz olsun. Fakat onun girişi İstiklal caddesi üzerindeki Postacılar sokaktan.
Kilisede benim en ilgimi çeken Osmanlı Sultanı şeklinde giyinmiş birinin (belki de bir sultan ama kim) rahibin önünde diz çöker vaziyette betimlendiği tabloydu. Rehbere sormadım ama keşke sorsaydım. Bilen varsa yazarsa sevinirim yoksa gelecek yıl yapılacak geziyi bekleyeceğiz.
Burası 1931 yılından bu yana hizmet eden bir kurum. Kent ile alakalı her türlü dokümanı arşivleştirme çalışmaları yapıyormuş.
IFEA, günümüzde özellikle Fransız ve Türk araştırmacıların ortak projelerde iş birliği yapmalarını destekleyen bir yapı.
Binada bulunan IFEA kütüphanesi, 1931 yılında kurulmuştur. 700’ü süreli yayın olmak üzere 40 binden fazla esere sahipmiş.
En üst katındaki oda ise hiç kuşku yok ki en güzel yeriydi. Buradan bakınca karşımızda tarihi yarımadayı, solumuzda Topkapı Sarayı ve arkada Ayasofya görüyordu. hava güzel olsaydı Adalar da görünürdü.
Yaklaşık bir buçuk saate süren bu turda çok değişik bilgiler edindik. Bu güzel etkinliğe sınırlı sayıda kişi katılabiliyor ve biraz şans işi diyebilirim. O gün bizi gezdiren hanımefendi 25 bin kişinin müracat ettiğini söyledi. Cumartesi ve pazar iki gün sabah 10.00 ila 16.00 arası 20 şer kişilik turlardı. Bu fırsatı sunan Fransa İstanbul Başkonsolosluğu ve Institut Français Türkiye’ye teşekkürlerimle diyerek yazımı bitiriyorum.
Unutmadan bir de sarayın içini gösteren video yayınladım. Youtube kanalımdan izleyebilirsiniz.
Benim gibi Fransız Sarayını gezmek isterseniz unutmayın her eylül kapılarını halka açıyorlar. Arada sergi ve konserler için de açılıyor. Bu tarz etkimlikleri ise İstanbul Fransız Kültür merkezi web sitesinden takip edebilirsiniz. Adrese şuradan ulaşabilirsiniz.
Yeni yazılarımdan haberdar olmak ve daha fazla fotoğraf, video için sosyal medya hesaplarımı takip etmeyi unutmayın!
Diğer yazılarımdan bazılarının linkleri de aşağıdadır.
Kızıl Meydan’ın Gizemi: Lenin’in Mumyası
Nepal’in yaşayan tanrıçası Kumariler
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
1 Comment
İstiklal caddesinden binlerce kez geçmişizdir, ara sokakları gezmediğimizden neler var bilmiyoruz, yine şahane bilgiler ve şahane bir sarayı gördük sayenizde, teşekkürler