Evet aynen başlıkta okuduğunuz gibi “Afrika’dan Avrupa’ya bakan şehir Tanca!” Ama hemen söyleyeyim; biz İstanbullular onlardan daha şanslıyız çünkü iki kıtada bizim. Onlar her gün iş için ya da keyfine kıta değiştiremiyorlar. Fakat aynı bizim gibi akşam serinliğinde başka kıtaya bakarak çekirdek çitleyebiliyor, naneli çaylarını içebiliyorlar.
Size bu şehrin bende bıraktığı izleri bu yazıda anlatmaya çalışacağım. Ola ki yolunuz düşerse nereleri görmelisiniz onları da listeleyeceğim. Sizde de güzel hisler bırakacağına hiç kuşkum yok. Buyrunuz, anlatmaya başlıyorum.
Dünyanın en büyük gezginlerinden biri olan İbn-i Battuta‘nın doğduğu ve öldüğü bu şehir bana oldukça tanıdıktı aslında.
Sanırım lise son sınıftaydım Paulo Coelho’nun “Simyacı” adlı kitabında kitabın kahramanı Mısır piramitlerine ulaşmak için İspanya’dan yola çıkıyordu. Afrika’ da ayak bastığı liman şehri Tancaydı. Uzun bir zaman parasız kalınca şehirde konaklaması gerekmişti. Zihnime kazınması belki o günlere kadar geri gidiyordur. Bilemiyorum ya da işim gereği boğazlar, kanallar, limanlar kısaca bütün gün haritalarla haşır neşir olduğumdan da olabilir.
Şehirde hep bir karmaşa, koşuşturma varmış gibi görünse de ziyaretçisine sakinlik hissi verir.
İki denizin, Akdeniz ve Atlas okyanusunun birbirine nasıl kavuştuğunu da görürsünüz, çöl insanının denizle nasıl kaynaştığını da.
Dar, rubetli, karanlık, bana göre salaş kimine göre kirli sokakları arasında korkarak dolaşırken garip bir şekilde rahatsınızdır.
Fas ekmeğinin kokusuna karışan bolca baharat kokusuna ilaveten deniz kokusu. İşte bu Tanca’nın kokusudur. Nereye giderseniz gidin deniz kenarında olduğunuzu hissetirir, ki bence bu harikadır. Balık halindeki ağır koku bile size garip gelmez, işin doğasında vardır, der geçersiniz.
Kokuları ise sesler izler Tanca’da. Ses derken bu asla gürültülü, rahatsız edici değildir. Tam aksine müzik sesi, insan sesi ve elbette Cebelitarık üzerinde uçan martıların sesi. Sabah ezanına eşlik eden sığırcıkların sesini de unutmamalı. Hepsi birleşince işte bu Tanca’nın melodisidir.
Kısaca duygularım beni yanıltmadı ve şehirde geçirdiğimiz 4 gün yetmedi. Yine Fas’ gidecek olsam Tanca’ya gitmek isterim. Öylesine sokaklarında dolaşmak için, insanları izlemek için bir bardak naneli çay içmek için.
Dilerseniz şimdi gelelim klasik gezi yazısı başlıklarına…
Aslında ilk gelip yerleşenler Fenikeliler. Sonra Romalılar, Vandal, Bizans, Araplarla tanışmış topraklar.
Fenikeliler zamanında ismi Tingis olan şehir zamanla Tangier’e dönüşmüş. Hatta mandalina ilk kez Cebelitarık yoluyla Avrupa’ya gidince geldiği yer olan Tangier’den adını alarak İngilizce’ye Tangerines olarak geçmiş.
Herkül ve Anteaus savaşına da ev sahipliği yapmış olmasıyla mitolojik bir öneme de sahiptir. Mitolojik hikayeler ne ki; Portekizliler, İspanyollar, İngilizler, Fransızlar arasında işgal yarışından galip çıkan bir Fas şehridir.
1920’lerde Tanca, II. Dünya Savaşı’na kadar Fransa, İspanya, İngiltere ve İtalya tarafından düzenlenen uluslararası bir bölgeymiş.
İspanya, Fas bağımsızlığını kazanana dek Tanca’ yı kontrolünü elinde tutmuş.(1956’ya kadar) Halk o yüzden İspanyolca biliyor.
Tanca’nın karanlık bir geçmişi de var. Uluslararası casuslar için güvenli bir liman ve gizli ajanlar için bir buluşma yeri olarak bilinir. Tanca kaçakçılık merkezi olarak oldukça ün salmıştır. Uluslararası yönetimde iken başıboş kaldığından uyuşturucu, rahat yaşam peşinde olan zengin Avrupalılardan, serseri bir hayat peşinde koşana kadar her tip insan gelmiş.
En çok ses getiren ise elbette sanatçılar olmuş. Ressam Matisse, modacı Yves Saint Laurent, yazarlar T.Williams, George Orwell. Beatles ve Rolling Stones ilk aklıma gelenler. W. Churchill sonra Hollywood yıldızları Rita Hayworth, Anthony Quinn, Rock Hudson ve elbette Amerika’ya bir daha dönmemek üzere Tanca’ya ayak basan Bowles çifti.
Paul Bowles belki tüm dünya tarafından tanınmasını sağlayan kişi olmuş. Yazarın filme de alınan asıl adı “Esirgeyen Gökyüzü” olan kitabı okumamış olabilirsiniz ama illa ki “Çölde Çay” diye bir film ismi size çağrışım yapacaktır. İşte yazarın bu eseri eşiyle Fas’ta geçirdiği 50 koca yılın ürünü. Tamamen Tanca’nın karanlık dünyasını anlatmış.
Eski Tanca iki kısımdan oluşuyor; Medina ve Kasbah. Şehrin bir de yeni kısmı var. Benim sadece Pasteur Bulvarını ve birtakım caddelerini gördüğüm kısım olsa da beğendiğimi eklemek isterim. Benim listem aşağıdaki gibi oluştu.
Şehrin kalbi olan bu meydandan Medina denilen eski şehre giriliyor.
CinemaRif meydanın en göze çarpan yeri durumunda. İçindeki Cinemathegue isimli kafe gençlerin uğrak noktası.
Denize inen caddenin karmaşasını izlemek, bir müddet oturup naneli çay ya da bu şehre çok yakışan cafe au lait yani sütlü kahvenizi içmek için ideal yer. Aslında görsel olarak bir numarası yok ama bir o kadar da sevimli bir meydan.
Bu meydanda en eski kafelerden biri Cafe Tingis’ de oturmanın keyfi bir başka oluyor. Tabii ki yer bulabilirseniz.
Burası dünyadaki en iyi 50 kafe listesinde bulunuyor demedi demeyin. Burayı meşhur eden aslında bir zamanlar müdavimlerinin dünyaca ünlü yazarlar, müzisyenler ve ressamların oluşu. Benim gördüğüm ise emekli amcalardı.
Neyse kafeye dönelim; 2007’de Matt Damon’ın başrol oynadığı Bourne Ultimatum filminde tekrar düzenlenmiş. ( filmin tamamı Tanca’da geçiyor, aklınızda olsun) Ana caddenin köşesinde olduğundan tam etrafı kesmelik denilebilir. Tanca’da çevrilen o kadar çok film var ki biri daha aklıma geldi, gelmişken de yazayım Di Caprio’nun ” Başlangıç” filmi.
Diyelim ki eski Tanca’yı iyice gezdiniz. Şöyle çarşı pazar, sebze hali, balık hali, modern caddeler hepsini gördünüz. O zaman biraz deniz havası alma vaktidir. 1921 de açılmışbu kafe konumu gereği merdiven merdiven yapılmış. Masaları Fas’ a özgü seramiklerle kaplı, manzaraya lafım yok ama biz müşteri profilini beğenmeyince oturmadık.
Hemen yakınındaki Fenike mezarların izlerini görebileceğiniz kayalıklarda Tancalılarla Cebelitarık’ın arkasından İspanya’nın Tarifa kıyılarına bakmayı tercih ettik. Darbuka eşliğinde şarkılar çalan gençlerle güneşi diğer Amerika kıtasına doğru yolladık.
Dekoru 1943 den bu yana hiç değişmemiş, çayı hep aynı tatta ve Tanca’nın en güzel manzaralı kafesi burası, diyorlar. Kasbah’ın göbeğinde daracık sokakların arasında zor bulunan bir kafede oturacak yer bulursanız şanslısınız.
Onu böylesine popüler yapan Tanca’ ya gelen bütün ünlülerin uğramış olması gibi görünüyor zannedebilirsiniz fakat değil. ( aşağıda anlatacağım)
Aslında meşhur eden Rollins Stones grubu olmuş. İsveç kralından, BM’den Kofi Annan’a, Hollywood yıldızlarına kadar herkes uğramış.
Duvarlara asılan resimler, yalnızca geçmişte var olmalarına tanıklık etmiyor. Aynı zamanda kafe için de gurur verici. Fotoğraflarda efsanevi Rolling Stones rock yıldızı Keith Richards’ı bulabilirsiniz. Hem de esrar içerken… Yanlış okumadınız açık açık esrar yazdım.
Fas’taki çoğu kafede olduğu gibi Cafe Baba da Rif dağlarında yetişen esrarın rahatça içilebildiği bir mekan. Esrar ekimi, bölgedeki çiftçiler için zeytinyağı kazançlı bir iş haline gelmeden çok önce önemli bir ürünmüş. Ancak esrarın yasal veya hoşgörülü olduğu Amsterdam gibi değil ama yine de ulu orta içiliyor bu meret. Şaşırmayın diye söylüyorum.
Esrar içmek isterseniz rahatça ulabileceğiniz bu kafe halen Tanca’nın en güzel çayını yapıyor. En iyisi kafayı bulma riskine girmeden siz çayınızı içip etrafınızdaki insanları izleyin:) İçeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, sakın denemeyin!
Maalesef buraya nasıl gideceğinizi tarif etmem mümkün değil. Ancak Medina’dan Kasbaha doğru yöneldiğinizde sora sora bulacağınız bir mezar burası. İbn Battuta’ yı tanıyan bilen için ilginç bir ziyaret olacaktır. Koca dünya gezginin küçücük mahalle arasındaki mezarı beni açıkcası hem üzdü hem de düşündürdü.
Tanımayanlar için kısaca dünyamızın en büyük iki gezgininden biri Marco Polo, biri de İbn Battuta’dır diyebilirim. Hatta gittiği yerler dikkate alındığında en baba gezginin Battuta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Battuta 21 yaşında Hacca diye evden çıkıp tam 29 yıl boyunca bilmediği coğrafyalarda gezmiş. Hindistan’a, Çin’e, Anadolu’ya, Arabistan’a ve Yemen illerine ordan gemiyle Afrika’ya geçmiş. Bize 14. yüzyıldaki Kenya’yı Tanzanya’yı anlatan yazılı bir kaynak bırakması olağanüstüdür. Adam Maldiv adalarına gitmiş hatta orada kadılık yapmış, şaka gibi değil mi?
Açıkcası Pekin’e kadar gitmiş olması, Cava ve Sumata adalarına, Kamboçya ‘ya kadar gitmesi bende bir şok etkisi yarattı.
Bizim açımızdan en ilginç olan kısımlar ise Anadolu’daki temasları ve gözlemleri. Düşünün Osmanlı kurulmamış ve o Orhan Beyin misafiri oluyor. İstanbul henüz Bizansın iken şehri geziyor. (hepsi seyahatnamesinde var) Mevlana’dan bahsediyor mesela.
“haccını eda ettikten sonra Hindistan’a gitmek niyetiyle Cidde’den denize açılan İbn Battûta, Kızıldeniz’de yakalandığı fırtına sebebiyle karşısından karaya çıktı. Nil boyunca ilerleyerek Kahire’ye vardı. Oradan Gazze’ye giderek Kudüs, Akkâ yoluyla Lazkiye’ye ulaştı ve bir Ceneviz gemisine binip Türkiye”ye gitti. Alâiye’ye (Alanya) vardıktan sonra Anadolu’ yu gezmeye başladı. Antalya, Isparta, Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Milas ve Barçın’a uzandı. Ardından Konya-Erzurum seyahati yaptı. Birgi’den çıkarak Ayasuluk, İzmir, Manisa, Bursa üzerinden İznik’e gider ve Umur bey’in haçlılar’la yaptığı savaşa temas ettikten sonra Osmanlılar’ın komşu beylikler arasındaki saygın konumunu anlatır. Anadolu’nun o günkü siyasî durumu, ticarî kapasitesi, ahîlik müessesesi, hanefîliğin yaygın ve hâkim mezhep oluşuna dair geniş bilgi verir. Daha sonra Sakarya vadisini geçer. Geyve, Göynük, Bolu, Kastamonu yoluyla vardığı Sinop’tan denize açılarak Kırım’ın Kerç limanı’na çıkar. ”
Okurken yorulduk değil mi? Adam hiç mi yorulmamış, hiç mi parası bitmemiş? Ailesini, vatanını, yatağını özler insan, hiç mi özlememiş? Herkes adamı baş köşeye oturtmuş, misafir etmiş. Orhan beyinden Bizans kralına kadar. Şaşırtıcı değil mi? Bütün bunlar bende soru işareti:)
Şuraya tıklayınca gezdiği yerlerin haritasına ulaşabilirsiniz.
Seyahatnamesi Cezayir işgalinde Fransızlarca bulunarak Arapçadan çevrilmiştir. Orijinali halen Paris kütüphanesinde aklınızda olsun.
Bu mağaraya Avrupa ile Afrika arasındaki boğazın penceresi deniyor. Herkül’ün açtığı pencere Afrika kıtasının haritasına benzediğinden hikayelerde haliyle hemen uydurulmış.
Bir hikayeye göre, mağarada hapsedilen Herkül, çıkmak için duvara vuruyor ve orada bir delik açılıyor, Afrika ve Avrupa kıtaları da bu darbenin etkisiyle meydana geliyor.
Diğer hikaye ise; Neptün’ün oğlu Atlas’ın üç kızının altın elma yetişen bir bahçede yaşadığı ve bu bahçeyi bir canavarın koruduğundan söz edilir. Herkül’ün savaşarak canavarı öldürdüğü, bu sırada vurduğu bir darbeyle dağın ikiye yarıldığı böylece Avrupa ve Afrika kıtalarının oluştuğu şeklinde.
Peki buraya nasıl gidilir? İnsanlara sora sora ortak taksilerin geçtiği yer bulunur. Sıkı bir pazarlıkla peşinden aynı taksi ile cape spartel ‘e de götürmesine ikna edilir.
Devasa, geniş Robinson Plage plajı, Herkül Mağaralarını Cap Spartel’den ayırır. Cap Spartel, Fas’ın en kuzey noktasıdır ve tarih boyunca birçok savaşın yeri olmuştur. Ayrıca Akdeniz’in Atlantik Okyanusu ile birleştiği yer. Buradaki tepenin üzerinde bir deniz feneri bulunur ve bu bölge turistlerin ziyaretine açıktır. Buradan hava güzel ise şayet Atlas okyanusu, Cebelitarık, Akdeniz, Avrupa kıtasını aynı anda görürsünüz. Benim gibi şansınıza sis bastırırsa feneri bile zor seçersiniz.
Tanca hakkında çok uzun yazdım farkındayım. Birazda ordan burdan bir yazı oldu ama tam da Tanca’nın karmaşasına uydu.
Yazımı sevgili arkadaşımın şiiri ile bitirmek isterim.
Yeni yazılarımdan haberdar olmak ve daha fazla fotoğraf, video için sosyal medya hesaplarımı takip etmeyi unutmayın!
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
2 Comments
yakında Fas a gideceğim sizin yazınız kadar zevkli ve detaylı bir yazı dizisi okudumadım. adım adım anlatmışsınız çok teşekkür ederim.
Selam, yazımı beğenmenize çok sevindim. Fas’ ı da çok seveceğinize eminim. çöl turu yapmak isterseniz Marakeş’te tanıştığım bir delikanlının telefonunu Çöl’ de bir gece yazımda bulabilirsiniz, aklınızda olsun. biz gittiğimizde kafamız çok karışmıştı o açıdan size yazmak istedim. keyifli tatiller dilerim