Olur ya tanımayan varsa diye yazalım, kim bu Tolstoy;
1828 -1910 da yaşamış Lev Tolstoy dünya çapında tanınmış bir Rus yazardır. En bilinen başyapıtları Savaş ve Barış, Anna Karanina’dır. Eserlerinin her biri şaheser olarak kabul edilir. Bir yanda bütün dünyada edebiyatın en “büyüklerinden” biri olan adam; öbür yanda uzun, beyaz sakallı, köylü gömleği giyen saygıdeğer bir ihtiyar Tolstoy! Garip bir hayat hikayesi, aile yaşantısı, üzüntüler, kalabalıklar, yalnızlıkların adamıdır.
” Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar. Ya insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” diyen Tolstoy, halen nedeninin ve nereye gittiğinin tartışıldığı bir seyahatte, küçük bir tren istasyonunda ölür.
Onu iki cümleyle anlatmak olanaksız olduğu gibi sayfalarca anlatmakta yetmeyebilir. O yüzden;
Büyük bahçeden kapısından girince solda evi bulunuyor. Kocaman orman gibi bir bahçe içindeki eve biz girmek için ne kadar sabırsızsak bilet kesen bayan da bir o kadar ağır çalışıyor. Başlıyor kuralları saymaya ; fotoğraf çekmek yasak, eşyalara dokunmak yasak, gürültü yapmak yasak! Bunları söylerken bir bakışı var o an ne derse yapacağız neredeyse.
Evin kapısına elimizde biletler gittik. Bildiğiniz misafir gibi kapıyı çaldık, tık tık tık…
Maalesef daha da suratsız bir görevli açtı. Kuralları tekrarladı ve bize ayakkabımızın üstüne giymek kaydı ile keçe deri karışımı terlikleri önümüze attı.
Bu terlikleri, hani bizdeki mavi galoşlar gibi düşünebilirsiniz. Dışarıdan çamur gelmemesi ve ayakkabıların rahatsız edici sesini engellemiş oluyor. Bence alkışı hakediyorlar!!!!
Tolstoy ailesi 9 yıl kış aylarını burada geçirmiş, yazları ise Yasnaya Polyana kasabasındaki ailenin mülkü olan malikaneye geçerlermiş. Moskova’ daki bu ev Lenin isteği üzerine müzeye çevrilmiş. Çocuk çok, hizmet edenler çok, üstelik bir de Anna Karanina o kadar beğenilmiş ki ev misafirden geçilmiyormuş. Gorki mi istersiniz Çehov mu, istersiniz hepsi akşam oturmasına gelirlermiş. Düşünün yani…
Giriş katta salon, misafir odası, yemek salonu var. Her şey olduğu gibi muhafaza edilmiş. Dokunmak haliyle yasak ama insan dokunmak, oturmak istiyor. Eşyaların şahit olduğu sohbetleri duyacakmış gibi oluyor. Zaten evin kokusu bile insanı mest eden türden.
Giriş kattaki salonda masa ve üzerindeki zarif yemek takımı, büfe özenle sergilenmiş. Çok dakik olan Tolstoylar her akşam guguklu saatin 18:00 i vurmasıyla ailece yemeğe otururlarmış. Yemekten sonra oğulları yan odaya geçerek Çin bilardosu oynarlarmış. Odanın bir köşesindeki değişik soba dikkat çekiciydi çünkü daha önce hiç böyle bir sistem görmemiştik. Meğer bütün ev bu soba sayesinde ısınıyormuş. Sıcak su borularının bütün evi gezdiği bu sistemi anlamamız biraz zaman aldı doğrusu.
Yan odada ise çocuklarının müzik aletleri, tahta atları, mama sandalyeleri, kitapları sergileniyor. Mesela büyük kızları Saşha pek marifetli aynı zamanda çok sevecenmiş. Tolstoy eve gelen misafirlere bir siyah örtüyü tebeşir ile imzalatır Saşha da örtüdeki izlerin üstünden renkli ipliklerle işlermiş. Ne kadar da tatlı bir fikir değil mi? Orada bir sürü konuğun imzasını gördük ama fotoğraf çekmek yasaktı.
Bir diğer odaya açılan kapıdan şöyle bir bakılmasına izin veriliyor burası da büyük resim odası imiş. Dekoru ise Osmanlı tarzında, halısından tutunda yerdeki minderlere kadar.
Üst kata çıkan merdivenlerin başında doldurulmuş iki ayağının üstünde duran bir ayı var. Eline verdikleri tepsi üzerine misafirler kartvizitlerini bırakırlarmış. Üst katta ki salon ise öylesine geniş ki; büyük bir piyano, neredeyse 20 kişilik bir masa ve koltuklar bulunuyor. Tolstoy ‘un avladığı bir başka ayının postu da piyanonun altında duruyor. Hemen oracıkta Haydn, Chopin, Bethowen’ ın notaları duruyor. Zaten ziyaretçilere odaya girer girmez eski bir piyano kaydı dinletiliyor. Meğer bu Tolstoy ‘un kendi bestesi olan bir vals imiş, o öldükten sonra arşivlerde bulunmuş.
Bir diğer köşede misafirleri ile oynadığı satranç takımı var. Özellikle de Maksim Gorki ile oynarlarmış. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim sözü tam da buraya yakışırç.
Yan koridordan geçinde birkaç basamak ile kızların yatak odalarına ve mutfağa iniyoruz. Burada iki şirin oda var. Kızlarının elbise ve ayakkabıları sergileniyor. Bir ayrıntı; Tolstoy kızlarının fazla elbiselerinin olmasına kızarmış.
Mutfak ve hizmetçilerin kaldığı odaları da gördükten sonra Tolstoy’ un çalışma odasını görüyoruz. Hele yazı masası öyle güzel ki; kalemleri, kağıtları Tolstoy ‘a gelen mektuplar, zarflar, paltosu! Kürklü yakası ile paltosu da orada duruyor… Sadece aramızda birkaç metre olması nasıl da heyecan verici.
Gözleri aşırı derecede miyop olduğundan masanın ayaklarını kısaltarak mum ışığında aydınlanan kağıtlarına yaklaşmayı yeğlemiş. Hemen bitişikteki odada ise dambıl ile sabahları egzersiz yapar, odun kesmeye çıkar, çalışma odasındaki sobayı yakarmış, kuyudan su çıkarır kızakla eve taşırmış. Sonra Moskova ‘ya gider ayakkabıcılık ile uğraşırmış. Ayakkabıcılıkta kullanılan aletleri ve kendi yaptığı ayakkabıları da orada sergileniyor.
Tolstoy 67 yaşında iken bisiklet sürmeyi öğrenmiş. Şaşırtıcı olan bu durum hiçbir şey için geç değil anlamında kullanılan ” Tolstoy un bisikleti ” kavramına sebep olmuş. İşte o bisiklet bu evde görülebiliyor. Bana sorarsanız; bisiklet ancak o yıllarda Rusya ‘da yaygınlaşmaya başlamış olsa gerek. Yani daha önce bisiklet görmüş olsa öğrenirdi diye düşünüyorum. İnternette yayılan birtakım çöp bilgiler gibi bu da uydurma gibi geldi bana. Ama mesaj güzel; hiçbir şey için geç değildir !
Paltoydu, masaydı, bisikletti derken son odaya geldiğimizi farkettik. Bahçede karla kaplı ağaçlı yolda yürüdük, kış bahçesine, seraya girdik.
Unutmadan evin adresini de şöyle bırakalım ; Ulitsa Lva Tolstovo 21 Moscova . Giriş ise 200 ruble deyip dedikodulara gelelim .
Evlendiklerinde Sonya 16 yaşında imiş ve toplam 13 çocukları olmuş. Maalesef 4 tanesi ölmüş. Hatta söylenilene göre buna Tolstoy çok üzülür, iyi babalık yapamadığını düşünürmüş.
Neyse karısı Sonya diyordum; çok iyi bir terzi, aşçı, muhasebeci, anne, ev sahibesi olduğu gibi yazarın tüm eserlerini temize çeken kişiymiş. Üstelik birkaç nüsha kopyalamış. Düşünsenize Savaş ve Barış ‘ı tam 6 nüsha kopyalamış. Fotokopi çekmeye kalksak saatler süren bu işlemi mürekkep , dolmakalem, mum ışığı gibi zor şartlarda yapmış kadın. Onca çocuk, gelen giden evin düzeni bir de bu iş, çok zor.
Sonya ile aşkını ise Tolstoy şöyle anlatmış; gençcecik kızın beni sevme ihtimali yoktu. Ama ona aşkımı anlatmak istedim. Açık açık değil bir dizi harf yazdım. Cümlemdeki kelimelerin sadece baş harflerini yazdım.
Ona sadece bir ipucu verdim. İlk harfler S ve G “senin gençliğin” kelimelerinin baş harfi dedim. Sonra mucizevi şekilde Sonya cümlemin tamamını okudu.
– Senin gençliğin ve mutluluğa duyduğun arzu, acımasız bir şekilde yaşımı ve mutluluk yönündeki imkansızlığımı hatırlatıyor. –
Sanki beynimi okumuş gibiydi. İşte o an bir ömür birlikte olacağımızı anladık.
Fakat Sonya ile Tolstoy’un arası iyi gibi gözükse de zaman zaman tartışırlar hatta büyük tartışırlarmış. Şimdi benden duymuş olmayın ama Tolstoy’da azıcık çapkınmış hani. Çalışanlardan biriyle ilişkisi de varmış. Hatta gayri meşru da bir çocuk var ortada, Timoty! Denilene göre onca çocuk içinde bir tek babasına neredeyse tıpatıp benzeyen de oymuş. Yıllarca Tolstoy ‘un malikanesinde arabacı olarak çalışmaya da devam etmiş.
Efendim karısına dönecek olursak otoriter ama akıllı bu kadın Savaş ve Barış ‘ın beğenilmesinden sonra evi kocası için çalışma odaklı hale getirmiş. Hatta bunaltıyormuş adamı denilebilir. Hırsı onu yazardan biraz soğutmuş gibime geldi. Kendisine miras kalan araziyi köylülere dağıtmasına, köylü elbiseleri giymesine sinir olurmuş. Aklıma gelmişken yazayım şu Kalaşnikof silahları vardır bilirsiniz. İşte o silaha ismini veren Rus adam bir mektup ile Tolstoy öldüğünde haklarını satın almak istemiş. Tamı tamına 1 milyon ruble teklif etmiş. Sonya bir mutlu bir mutlu, tabii ki Tolstoy red etmiş. Sonya buna da deli olmuş.
Çocuklara dönecek olursak; sadece Saşha babası gibi yazmaya meraklı ve onun daima yanında imiş. Fakat özellikle oğulları babalarını hiç sevmez hatta nefret ederlermiş. Asker olan oğlu Andrey’ in “Onun oğlu olmasaydım onu asardım ” diye demeçleri varmış .
Tam bunları yazarken yaptığım araştırmalarda Tolstoy ‘un büyükbabasının İstanbul ‘da görev yapan ilk Rus büyükelçisi olduğunu öğrendim. Padişahla bir anlaşmazlık olunca Yedikule zindanlarına atılmış. Çıkıp ülkesine dönünce Kont ünvanını almış. Belki Tolstoy’un Türkçe ve doğu dillerine merakının kaynağı da budur. Hatta Kafkas cephesinde tercümanlık bile yapmış. O dönem esirlerden birine yanında taşıdığı Kur-an Kerim i sormuş, aranızda imamlarda var, sizde din adamları da mı savaşır, demiş. Bunlar yaşandı mı bilinmez ama İslamiyete yakınlığı son yıllarda çok konuşulur oldu.
Hatta bu konu 2013 de şu an Putin ‘in kültür danışmanı olan yazarın torunu Vladimir Tolstoy’ a da sorulmuş. Cevaben, tüm dinleri araştırmış olabileceğini düşünüyorum, demiş. Ama islami çevrelerde İstanbul ‘a dinini yaşamak için evden çıkmıştı ve bu Ruslarca tepki aldığından öldürüldü diye söyleniyor. Bunu kimse bilemeyecek sanırım ama bence hırslı karısı Sonya’dan kaçtı adamcağız…
Öldüğünde ise başucunda Dostoyevski ‘nin Karamazov kardeşler kitabının bulunması ise ayrıca ilginç bir bilgi.
Tolstoy araştırmacısı yazar Pavel Basinkski’nin kaleme aldığı Tolstoy ‘un 28’ lerini paylaşarak yazıma son veriyorum.
– 28 Ağustos 1828’de doğdu.
– Savaş ve Barış romanında 28 Ağustos Moskova’daki hareketliliğin başladığı gündür.
– Diriliş romanında mahkeme Katyuşa Maslova’nın davasını 28 Nisan’da karara bağlar. Ayrıca roman 28 bölümden oluşur.
– Ünlü “Sanat Nedir?” çalışmasında kötü şiire örnek verirken kitaplardan tarafsız seçim yaptığını göstermek adına sadece 28. sayfalardaki şiirleri dikkate alır.
– Oğlu Sergey’in 27 Haziranda doğması beklenirken karısından biraz daha sabretmesini doğumu 28 Hazirana denk getirmesini rica eder.
– Tolstoy’un geri dönmemek üzere Yasnaya Polyana’yı terk ettiği tarih 28 Ekim 1910’dur.
– Öldüğü yaş ise 82, yani 28’in tersidir.
Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.
3 Comments
Teşekkürler, harika bilgiler, inşallah bir gün nasip olur bizde gidebiliriz,çok isterim görmeyi ve oraları gezmeyi, keyifle okudum,sizi takip etmekte ayrıca çok keyifli.sevgiler.
Çok güzel bir yazı olmuş. Özellikle de dedikodular bölümü pek hoşuma gitti doğrusu. Çünkü edebiyatın magazinsel boyutu her zaman ilgi çekici olmuştur. Bizde de yazarlar hakkında bunlara benzer hikayeler var. Her zaman bu hikayeleri okumak hoşuma gider. Bunlar söylenti ekseninde, belki birazı doğru olan edebiyatın magazinsel boyutunu ve üretkenliğini ortaya koyan eğlenceli yazılardır. Zevkle okudum ve size gıpta ettim. Keşke ben de gidip görebilseydim, oranın havasını teneffüs edebilseydim dedim. Kim bilir belki bir gün nasip olur. Kaleminize sağlık.
çok isteyince bir gün olacağına inanırım. Çok zor değil inanın ve benden daha bilinçli daha dolu dolu gezeceğinize de kuşkum yok Önder bey.
İlginç bilgiler